Yazan: Işık SÜKAN

HİKMET 4

Hoş gaipten kulağıma ilham geldi. O sebepten Hakk’a sığınıp geldim. Bütün ulular gelip toplandı. Armağan verdi. O sebepten Hakk’a sığınıp geldim.

AÇIKLAMALAR:
         Cenab-ı Hakk’ın gizli katından (hoş gaip) kulağıma ilham geldi. Aklım, zihnim, yüreğim, sezgim bir olarak Hoca’yı yönlendiriyorlar. Buna güvenerek ve Hakk’a sığınarak Hoca geliyor. Geldiği yerde bütün ulular toplanmışlar. Ve Hoca’ya armağan vermişler. O sebepten Hakk’a sığınıp nasıl geldiğini ifade ediyor.

*
Ben yirmi iki yaşta fani oldum. Gerçek dertlilere merhem olup deva oldum. Sahte aşıkla, gerçek aşığa tanık oldum. O sebepten Hakk’a sığınıp geldim.

AÇIKLAMALAR:
         Hoca yirmi iki yaşında ölümlü bir insan olduğunu idrak ediyor. Hakikaten dertli insanlara deva veriyor. Bu esnada yalancı, imitasyon, sahte âşıklarla, gönülden ihlas sahibi hakiki aşıkları birbirinden ayıracak kadar Furkan (doğru ile yanlışı ayırt etme gücü) sahibi olduğunu söylüyor. Ve o sebepten Hakk’a sığınarak geldiğini ifade ediyor.

*

Ey dostlar yaşım yetti yirmi üçe. Yalan dava, ibadetlerim boş. Kıyamet günü ne yapayım. Hem çıplağım hem şaşı.

AÇIKLAMALAR:
         Hoca Ahmet yirmi üç yaşına geldiği zaman bütün tecrübelerine rağmen bir boşluğa düşüyor. İnsan ne kadar olgun olursa olsun zaman zaman dünya hakikatleriyle ruhani dünyayı yorumlamak kolay değildir. Dünyaya ait hakikatlerle ruhani hakikatleri örtüştürmek için daha fazla tecrübe daha fazla tefekkür yeteneğine ihtiyaç vardır. Dünyaya ait ilimler başlangıçta ruhaniyetle ilgili değilmiş gibi görünürler. İşte o zaman kişi yalan bir davaya düşmüş gibi hisseder. Ve hayatı manasız gibi algılar. Hâlbuki bu manasızlık negatif bir bubi tuzağından başka bir şey değildir. Tecrübeler ve sonucunda ilim arttıkça ruhaniyet ile olan illiyetinin ne kadar önemli olduğunu anlarız. Zaten o yüzden İslam’ın mesajı ilim ve ona verilen önem olarak ortaya çıkıyor. Aksi takdirde bir yüzü ruhaniyet, öbür yüzü ilim olarak realize edilebilen hakikate ulaşılamaz. İhmal edilen bir yüz, hakikati yalan dava gibi görmemize yol açar. Bu konuda da derin bir tefekküre ulaşmak mecburiyeti vardır. Aksi halde ibadetler boşa gider. İlimle ruhaniyeti bağdaştıramayan kişi şaşı olur. Çünkü biri iki görmektedir. Sonuçta insan çıplak kalır.

*

Yirmi dörde girdim. Hakk’tan uzak ahirete varacak olsam, hazırlığım yok. Öldüğümde toplanıp bana yüz bin sopa vurun.

AÇIKLAMALAR:
         Yukarıdaki açıklamalarımız ışığında Ahmet Yesevi’nin; tevhidi Hakk olarak gördüğünü anlıyoruz. Bunu şöyle formüle edebiliriz. Hakk= (ruhaniyet + ilim) = tevhit (birlik, beraberlik) bunu anlamayan Hoca’ya göre ölüdür. Ve yüz bin sopayı hak etmiştir.

*

Cenazemin ardından taşlar atın. Ayağımdan tutup sürüyerek kabre götürün. “Hakk’a kulluk kılmadın” deyip çekiştirin tepin. O sebepten Hakk’a sığınıp geldim işte.

AÇIKLAMALAR:
         Tevhidi anlamayanlara Hoca’nın layık gördüğü hareketler bu cümlelerde devam ediyor.

*

Günah ile yaşım yetti yirmi beşe. Süphan rabbim zikir öğretip göğsümü deşti. Göğsümdeki düğümleri sen kendin çöz diye.

AÇIKLAMALAR:
         Hoca yirmi beş yaşında günahlarını düşünerek hikmete başlıyor. İnsan farkına varıp, merak edip, araştırarak ve tecrübelerini deneme yanılma olgusuyla geliştirerek öğrenmeyi başarır. Fakat hidayete erdi ise idrak eder ve ancak ondan sonra öğrendiklerini uygulamaya başlar. Sevgili Peygamberimiz ilmin ilk adımı olan merak duygusunu teşvik etmek için “Merak ibadetlerden sayılır.” demiştir. Öğrendiğimiz bilgilerin sistematik olarak bir araya gelmesiyle ilim ortaya çıkar. Bu meşakkatli yolun başında bir şeyleri tecrübe ederek anlamaya çalışırken bir hayli yanlış yapmak olasıdır. Bu yanlışların etrafa zarar vermesi halinde günahlar oluşabilir. Allah günahlarımızı da hayra tebdil etsin. Âmin.  Süphan (münezzeh) Rabbimiz Hoca’ya zikir öğretmiştir. Daha evvelki bahislerde açıkladığımız gibi bu zikir; sonsuz büyük mesafeleri aşmaya muktedir olan mukaddes seslerden yapılmış kutsal kelimelerle ve sadece zihinle icra edilen tekrarlardan oluşur. Yasin suresinde bahsedilen “Gökten ordular indirecek değildik. Size bir ses yeter.” ayetinde sesin gücü açıklanmıştır. Hoca Ahmet Yesevi bu zikirle insanın kendi kendine göğsündeki düğümleri açmasının mümkün olduğunu söylemektedir. Böylece insan, kendi kendine şifa verebilir ve yaradılışın kendine verdiği yetenekleri zirve noktalara taşıyarak bütün problemlerini çözebilir. Ahzap suresi 41 ve 42. ayetler ile sabah akşam yapılacak olan zikirlerin farz olduğunu beyan etmektedir. Ayrıca zikrin yanında tespih de vardır. Cenab-ı Hakk tespih ile zikri birbirinden ayırmıştır. Zikir zihin ile tespih dil ile yapılır. Bedenle yapılan zikirler de vardır. Her tarikatın bedenle yaptığı zikir farklıdır. Mesela; Mevlevilerin seması (Hz. Mevlana sema için “O öyle bir andır ki ne bir peygamber ne bir melek Allah’la aramıza giremez.” demiştir. Halvetilerin bedenle yaptıkları zikir, safların denizin dalgaları gibi kıbleye doğru ilerlemesi ve gerilemesi şeklinde olur. Bedevilerin, halkaların merkeze doğru daralması ve genişlemesi ile olur. Kadirilerin, halka haline gelmiş müritlerin sağa sola belli bir ritimle hareketi şeklinde olur. Bektaşilerin, semah adını verdikleri zikir kadın ve erkeklerin belli el, kol ve ayak hareketleriyle ve bu hareketlerin sembollerini idrak ederek, halka halinde, enstrümanlarla, başta bağlama, dile getirilen ilahilere uymakla olur. Daha başka beden diliyle yapılan zikirlerde vardır ki; bunun en önemlisi peygamberimizin miraçtan ümmeti Muhammed’e indirdiği namaz hareketleridir. Bu kutsal hareketler de sonraları; ehli sünnet vel cemaat imamlarıyla (İmam-ı Azam Ebu Hanife Hz., İmam-ı Şafi Hz., İmam-ı Maliki Hz., İmam-ı Hanbeli Hz.) gerek abdest alma şekilleri itibariyle, gerek selam verme itibariyle, gerekse bazı vakitlerin üst üste kılınabilirliği yönünden küçükte olsa farklılıklar arz etmiştir. Ümmeti Muhammed’in Alevi ve Şia mezheplerinin namaza bakış algılayış ve tatbik bakımından daha büyük farklılıklar arz ettiği görülür. Kuran’ı Kerim’de namazla ilgili ayet yoktur. Bütün ayetler dua ve zikir ve tespihle ilgilidir. Namazın farz oluşu, peygamberimizin emri mucibincedir. Nisa suresi 80. ayet.
         Şurası muhakkaktır ki; Cenab-ı Allah tekliği sever. Dünyayı yarattığı altı milyar küsur senede yeryüzüne daha birbirinin aynı iki kar tanesi düşmemiştir. Diğer yaratıklarda bitki, hayvan, insan olsun aynı şekilde birbirinin aynı olarak dünyaya gelmemiştir. O yüzden, her insanın zikri farklıdır. Zikir ancak, sevgili Peygamberimizin öğretisine mazhar olmuş uzmanlarca kişiye özel olarak öğretilir. Bu kişiler, aynı zamanda karşısındaki kişinin ruhi ihtiyaçlarını, karakterini mazide çektiği acıları veya mutlulukları avuçlarının içi gibi okurlar. Ayrıca, karşısındaki kişinin gelecek zamanlardaki durumunu da tahmin ederler ve bir doktorun hastaya tanı koyması gibi, ruhaniyetinin gücünü algılarlar. Yani doğrusunu Allah bilir. Bu kişiler güçlü sezgileri olan özel yetiştirilmiş uzmanlardır.  
         Verilen uygun zikir, Allah’la zikir yapan arasında bir sır olarak sonsuza kadar saklı kalır. Tıpkı başım ağrıyor diyen herkese aynı ilacın verilmediği gibi herkes aklına esen sevdiği kutsal bir kelamı zikredemez. Aksi takdirde bir takım rahatsızlıklara duçar olabilir. Bunun sayısız örneklerinin dışında akıl hastanesine gitmek zorunda kalanlar da vardır.
         Bu konuda dikkat edilmesi ve anlaşılması gereken çok önemli bir husus daha var. Yukarıda söylediğimiz gibi insan insana benzemez. Hz. Mevlana’nın dediği gibi “Bunların hepsi çakıl taşı. Evet bu da taş. Ama o yakut.” Yani Resulullah da insandı. Ama O farklı yeteneklerle yaratılmıştır. Zikir; bütün insanlar için farzdır. Ve kişideki yetenekleri azami seviyelere taşır. Ancak pamuklu kumaşı ipek yapmaz. Sıradan bir mümini peygamber seviyesine taşımaz. Yaradılıştan hidayete mazhar olmamış bir kişi, imanlı kişiler gibi onları taklit ederek, ne kadar zikir, namaz, tespih, ibadet yaparsa yapsın sonuçta sadece ve sadece bir taklitçi ve münafıklığa müsait biri olmaktan kurtulamaz. “Filanca kişi o kadar Hacca gitmiş, o kadar namaz kılmış bu suçu nasıl işledi?” diyenler şunu bilmelidirler ki, yaradılıştan kriminal bir tip olan kişi, uygun ve müsait bir zemin bulur bulmaz suç işler. Bunun ibadetle dindarlıkla alakası yoktur. O yüzden münafıkların namazı, zikri boş amel olarak göstermeye çalışmaları ancak kendi cahilliklerindendir.  Hoca Ahmet’in çok güzel ve doğru söylediği gibi zikir, kişinin kendi bedenindeki düğümleri kendi kendine çözmesine vesiledir.

*

Ben yirmi altı yaşta sevda eyledim. Mansur gibi cemal için kavga eyledim. Pir olmadan yürüyüp sıkıntı çektim. O sebepten Hakk’a sığınıp geldim.

AÇIKLAMALAR:
         Hoca Ahmet Yesevi yirmi altı yaşında sevdaya düşmüş. Bu sevda henüz tam manasıyla nefisten arınmış bir sevda değil. O yüzden Mansur gibi kavga ettiğini söylüyor. Bilindiği üzere Mansur kendini kaybettiği zaman “Enel Hakk: Ben Hakk’ım”diyordu. Müritleri ayinden sonra böyle söylediğini kendisine hatırlatınca o, “Eğer ben bir daha böyle söylersem hiç çekinmeden beni hançerleyin.” demiş. Bunun üzerine bir daha ki ayinde Mansur kendini tutamayıp yine “Enel Hakk” deyince, müritler hançerleriyle kendisine saldırmışlar. Fakat, hançerleri eğrilip kırılmış. Hoca aynı hali yaşadığı için, hikmetinde Mansur’un adını anmıştır. Bu konuda İslam aleminde son derece mühim ve meşhur olan bir anekdota değinmeden geçemeyeceğiz.

         Şimdi Konya’da “Deryaların Kavuştuğu Yer” diye anılan mevkide; Şemsi Tebrizi Hz. ile Mevlana Hz. karşılaştıkları vakit Şems Hz. sordu, “Mansur (Enel Hakk) dedi. Fakat, Hz. Muhammed SAV. hiçbir zaman (Enel Hakk) demedi. Buna göre, Hz. Muhammed SAV. mı, yoksa Mansur mu daha büyüktür.” Hz. Mevlana Celalettin-i Rumi bu soruya şöyle cevap verdi. “Enel Hakk, bir hal ve bir makamdır. Mansur o makama gelip o hali yaşayınca “Enel Hakk” dedi. Resulullah SAV. makamları ve halleri çok hızlı, duraksamadan geride bıraktığı için Enel Hakk diyecek vakit bulamamıştır.”

*

Ben yirmi yedi yaşta piri buldum. Her ne gördüysem perde ile sırrı örttüm. Eşiğine yaslanarak izini öptüm. O sebepten Hakk’a sığınıp geldim.

AÇIKLAMALAR:
         Hoca yirmi yedi yaşında piri bulunca her ne gördü ise perde ile sırrı örttüğünü ifade ediyor. Anlaşıldığına göre üstün zekasıyla ve sezgisiyle piri tanımış.
         Sevgili peygamberimiz SAV. miraca çıktığı zaman, Cenab-ı Hakk’a; ümmetinin akıbetini garanti altına almak için, diğer peygamberlerin ümmetlerine olduğu gibi sapkınlığa uğramamaları için, niyazda bulundu. O zaman Cenab-ı Hakk her yüz yılda bir evsafı tıpkı Muhammed Resulullah SAV.’e benzeyen bir zatı ümmeti sapkınlıktan korumak vazifesiyle görevlendireceğini müjdeledi.
         Hal böyle olunca, bu görevliyi ancak onun emrinde yardımcı olarak seçilmiş kişiler tanıyabilir. Anlaşılan, Hoca Ahmet Yesevi de bu seçilmiş görevlilerdendir. Elbette Hz. Pir’in yanında görüp algıladığı sıra dışı her şeyi perdeliyecekdi. Elbette Hz. Pir’in eşiğine yüzünü sürerek en büyük hürmeti gösterecekti.

*

Ben yirmi sekiz yaşta âşık oldum. Gece yatmayıp mihnet çekerek sadık oldum. Ondan sonra dergaha layık oldum. O sebepten Hakk’a sığınıp geldim.
AÇIKLAMALAR:
         Hoca bu yaşta âşık olduğundan bahsediyor. Bu aşk mecazi bir aşk değil. Hakk’a yakınlaşma gayretinin ilimden geldiğini idrak ederek talepkarlık seviyesini aşk derecesine çıkarmıştır. Sabahlara kadar okumak, zikretmek vs. ibadetlerin yanında dergahla ilgili çalışmalara da uykusu pahasına katılarak gayret gösterdiğini ifade ediyor. Zikir ve tespihlerini asla ihmal etmeden nece mihnete rağmen disiplinle çalışarak sadık olduğunu ifade ediyor. Dergahın temizlik işleri dahil, ihvanın (aynı dini inanışı paylaşan derviş kardeşler) her türlü hizmetini de görerek dergaha layık olduğunu söylüyor.

*

Yirmi dokuz yaşa girdim ki halim harap. Aşk yolunda toprak gibi olamadım. Halim harap bağrım kebap gözüm dolu yaş. O sebepten Hakk’a sığınıp geldim.
AÇIKLAMALAR:
         Hoca yirmi dokuz yaşına geldiği zaman halinin harap olduğunu söylüyor. Aşk yolunda tevazu ve hoşgörü gösteremediğini, ihvanların kıskançlık ve hasetlerine ve sair hatalara sabır gösteremediğini, hizmet ve verimliliğinin kifayetsiz kaldığını bu yüzden içinin yandığını ve ağlamakla vakit geçirdiğini ifade ediyor. Bu yüzden Hakk’a sığındığını söylüyor.

*

Otuz yaşta odun eğleyip yandırdılar. Bütün ulular toplanıp dünyayı bıraktırdılar. Vurup çekiştirip dünya derdinden kurtardılar.
AÇIKLAMALAR:
         Odun; aslı itibari ile ağaçtır. Yapısında toprak, su, ateş ve hava vardır. Küçük bir filizden ağaç oluncaya kadar nece serencamlar başından geçmiştir. Yağmursuz kuru havalar mı dersiniz, fırtınalar, şimşekler, yıldırımlarla dolu veya kar, buz, dolu, don mu dersiniz ve bütün bunlara rağmen hayatta kalma çabalarının getirdiği tecrübeler mi dersiniz. Nihayet kuruyup, kökünden sökülüp odun haline gelmek mi dersiniz.. Buna rağmen odun; anlayışsızlığın, duyarsızlığın, umarsızlığın simgesi olarak gösterilir. Hoca otuz yaşında kendini odun gibi hissediyor. Bu sırada onu yandırıyorlar. Çünkü odun yanarsa IŞIK verir. Işık verirse tefekkür sahibi bunu sırrına erer. Yani HİDAYETE erer. Bütün ulular hidayete eren kişiye dünyayı (DÜNYA: sınırsız, yerli yersiz, lüzumlu lüzumsuz üretilen maddi ihtiyaçlar ve onların karşılanamaması halinde duyulan elemdir ki insanların mutsuzluk sebebi olduğu gibi cahilliğinde simgesidir.)
         Hoca’nın anlattığına göre, ulular Hoca’yı vurup, çekip çekiştirerek onun aklını, ilmini, hidayetini yerli yerine oturtup, kendisini dünyadan kurtarmışlar.

*

Kul Hoca Ahmed dünyayı bırakırsan işin biter. Göğsümden çıkan ah arşa yeter. Can verirken Hak Mustafa elini tutar.
AÇIKLAMALAR:
         Allah’a kul olmaya karar veren, doğal olarak dünyayı bırakır. Çünkü bütün ihtiyaçlarının Hakk tarafından karşılanacağını bilir. İhtiyaçlar doğadaki bütün canlılar için geçerli olmak üzere; beslenmek, nefes almak, barınmak ve üremekten ibarettir. Bu dört mecburiyet vazgeçilmezdir. Cenab-ı Hakk son derece latif ve nazik ve müşfik ve rahmet dolu olduğu için mecburiyetin sıkıcılığını hafifletmek için bunları güzelleştirmiştir. Beslenme mecburiyetinde olan insana, besinleri lezzetli ve hoş kokulu ve hoş görünüşlü olarak takdim etmiştir. Fakat insan, (Örnek: eski Romalılar, şimdiki asilzade geçinenler vs.) bu güzel besinleri doyuncaya kadar yiyip sonra bir tüyle yemek borusunu gıcıklayıp, yemek yeme zevkini uzatmak amacıyla, yediklerini kusarak midesini boşaltmayı adet haline getirmiştir. Üreme bahsinde de, Cenab-ı Hakk’ın bu mecburiyeti tahfif etmek amacıyla verdiği zevki insanoğlu süistimal etmiştir. Fuhuş, cinsi sapkınlık, toplu seks, taciz bunlardan bazılarıdır. Barınmaya gelince; Cenab-ı Hakk yeryüzüne yaymış otlaklar, meralar yaylalar, dağlar, denizler, göller, nehirler, ormanlarla bezemiş türlü çeşit meyve ve sebzeleri ve çiçekleri ile donatmıştır. Fakat insanoğlu; bütün bu bolluğu görmezden gelerek her şeyi sahiplenmek ve kardeşine hiçbir şey vermemek ihtirasındadır. Dünyaya baktığımız zaman, bir kişinin kırk odalı veya yüz odalı konaklarda, saraylarda otururken, beşer kişilik üç ailenin bir odaya tıkıştığını görürüz.
         Uzun lafın kısası insanoğlu diğer yaratıklar gibi değildir. Akla hayale gelmedik ihtiyaçlar üretir. Bu yüzden mütefekkirler insanın mutluluğu için iki yol benimsemiştir.
  1. İhtiyaçları asgariye indirmek. Bunun en çarpıcı örneği Diyojen isimli Grek soylusunun düşünce tarzıdır. Barınmak için konağını bırakıp bir fıçının içine yerleşen Diyojen’in kendisiyle görüşmek isteyen ve onu ziyarete gelen dünya fatihi Büyük İskender’in “Bir şeye ihtiyacınız var mı?” sorusuna, “Gölge etme başka ihsan istemem.” demesidir. Fıçıda yaşarken, eşya olarak bir tarağı, bir bardağı olan Diyojen; ormanda pınar başında yüzünü yıkadıktan sonra parmaklarıyla saçlarını tarayan, sonrada su içmek için avucunu kullanan çobanı gördükten sonra, tarağıyla bardağını, bunlara ihtiyacım yok diye attığı hikâye edilir.

2. Bu görüş diğerinin tam tersidir. Buna göre insanın zekâsı ve dehası ürettiği ihtiyaçların tamamını karşılayacak kapasitededir.
3- Bu görüş sevgili peygamberimiz SAV. Hz.’lerine aittir. Peygamberimiz FAKR’ı seçmiştir. Ne kadar zengin olursak olalım, Cenab-ı Allah’ın sahip olduklarıyla yarışamayız. O yüzden aklı selimle ihtiyaç üretip, aklı selimle onları gidermeli ve Hakk’a şükrederek mutlu olmalıyız.
Hoca Ahmet, dünyayı bırakmayı neredeyse ölümle bir tutmuş. Göğsünden çıkan âhın arş’a yeteceğini söylüyor. Can verirken sevgili peygamberimizin elini tutacağını ümit ediyor.

   
     
1
HOCA AHMED YESEVİ
DİVAN-I HİKMET
1

© 2005 Işık Sükan - Her Hakkı Saklıdır. İzin almadan çoğaltılamaz ve kopyalanamaz.
Bu site bir Bora Döken tasarımıdır.