Yaş Altı
6 yaşındayım. O zamanın devrinde,
okula başlama yaşı 8 idi. Ama öğretmen çocuğu
olduğum için, bir de 4 yaşımdan beri güzelce okuyabildiğimden,
kabul edilmiştim okula. Beyaz yakalı siyah önlüğümün
cebinde kenarları antika yapılmış zarif mendillerin
ve iki örgülü saçıma bağlanan kocaman tafta kordelalarımla
okula başlayacaktım.
Okul açılıyor. Ben heyecan içindeyim.
Babaannemin elini öptüm evden ayrılırken. Bana
kocaman gümüş bir 10 kuruş verdiler. Hayatımda
aldığım ilk harçlık buydu. Ve sahip olduğum her
şeyden daha kıymetliydi benim için.
Öğretmenim beyaz saçlı ve çok hoş,
güzel bir kadındı. Gencecik yaşında dalgalı saçları
bulut gibiydi başında. Sevgili kocası Porsuk Nehri’nde
yüzemeye gitmiş, boğulmuş. Bir gecede kadıncağızın
üzüntüden saçları öylesine ağarmıştı.
O sıralar Eskişehir’deydik. Eskişehir
olabildiğine toz ve çamur, yıkık dökük kerpiç
evler ve inanılmaz fukaralıklar şehriydi. Bizim
sınıfımızda siyah saten önlük giyen beş altı çocuk
vardı. Öbürküler gri önlük giyerlerdi. Bunlar
çok fakir olduğu için önlük, kalem, vs. devletin
yardım kurumlarınca temin ediliyordu. Fukaralık
nedeniyle, bu çocukların çoğu bitliydi. Bit ise
tifüs denilen korkunç hastalığa ve kitle ölümlerine
sebep olabiliyordu. Annem, çok titiz ve bize düşkün
olduğundan, arkadaşlarımdan bana da bit geçer
korkusuyla marangoza bir sıra yaptırmıştı. Yağlıboya
ile boyanmış, bana göre bir sıra. O yüzden en
önde ve tek başıma bu sırada oturuyordum. Sonraları
bunun bir ayrıcalık ve üstünlük olduğunu kavrayacaktım.
Öğretmen, zil çalıp, içeri girince, ilk iş bit
muayenesi yaptı. Bir iki çocuk bitli olduğu için
dışarı çıkarıldı. Sonra ders başladı. Anlatılan
ve öğretilen her şeyi bildiğim için ilgimi çekmiyordu.
Aklım fikrim cebimdeki hazinedeydi. İlk defa para
sahibi olmuştum. Ama nasıl harcayacağım düşüncesi
beni çok meşgul ediyordu. Dakikalar geçmek bilmiyordu.
Hademe, elindeki koca çıngırağı çıngır mıngır
sallayınca, dersin bittiğin anladım. Çocuklar
kafeslerinden salıverilen kuşlar gibi, itişe kakışa
bahçeye fırlayınca, ben de arkalarından çıktım.
İtişmekten, kakışmaktan ve cik cik bağırmaktan
hoşlanmazdım. Bahçeye çıkınca ne göreyim. Giriş
kapısının önünde sokak satıcıları ve etraflarını
kuşatma altına alan üzüm salkımları gibi dizili,
haşarı veletler. Bu çocuk duvarlarını açıp, satıcılara
ulaşmam mümkün değildi. Ben de olanca dikkatimle
olup bitenleri seyre koyuldum. Satıcıya kan ter
içinde; yaka bir yanda; paça bir yanda ulaşan
çocuklar, aldıkları macun, simit, dondurma ve
şekerleri arkalarından atlı kovalıyormuş gibi
yalayıp yutuyor, daha o karmaşanın dışına çıkmadan
bitiriveriyorlardı.
Derken teneffüsün bittiğini haber
veren çıngırak sesi duyuldu. İkinci derse çok
derin düşünceler içinde girdim. Benim o hazineler
değerindeki on kuruşumu böyle abuk sabuk şeylerle
değiştirmem ve sonra da aldığım şeylerin göz açıp
kapanıncaya kadar yok olmasına sebebiyet vermem
mümkün değildi.
İyi ama o parayı mutlaka harcamam
ve harcamanın keyfini çıkarmam lazımdı. Harcayacağım
yeri bilmediğim için para resmen bana bakıyordu.
Bu mülahazalarla okul paydos
oldu. Elimde çantam ağır ağır eve doğru yürüdüm.
Bunun için çarşıyı geçmem gerekiyordu. Şimdi ben
çarşı kelimesini kullanınca, aklınıza şimdiki
çarşılar gelmesin sakın. Pis, harap, tozlu, dar
bir sokağa serpiştirilmiş üç dört dükkan bozuntusuna
çarşı diyorlardı. Camekanlarında tozlu olduğu
çıplak gözle bile gözükebilen kırmızı çizgilerle
boyanmış şekerler, silindir biçiminde tenekelere
doldurulmuş leblebi türleri, çekirdek, vs. satanlar,
uyduruk çıtalardan sözüm ona oyuncak diye sattıkları.
Hepsini büyük bir titizlikle tetkik ederken geçtim.
Gitgide umutsuzluğa kapılıyordum ki, bir fukara
kitapçı dükkanının önünde durdum. Kafamda sanki
bir ampul yandı. Evet, değerli paramı ancak bir
kitapla değiştirebilirdim. Kitap kaybolmazdı,
bitmezdi ve çok yararlıydı. Benden sonra onu kardeşim
de okuyabilirdi. Sonsuz bir sevinçle on kuruşumu
harcadım. Neşeli bir kelebek gibi sıçrayarak eve
döndüm. Okuldaki ilk günüm böyle bitti.
|