Sene 1946
Yeşilköy’den sonra apar topar babamın
tayini Ankara’ya çıktı. Evin eşyaları Antalya
Ambarı’na verildi. Biz de trene binerek Ankara’ya
geldik. Güven ile ben çok sevinçliydik. Çünkü
geceyi de trende geçiriyorduk. Penceremizdeki
manzara durmadan değişiyordu. Yolluklar da yemeğe
ilgi duymama alışkanlığımıza rağmen, çok cazipti.
Börekler, kuru köfteler, taze soğan ve haşlanmış
yumurtalar vs. Hepsinden ilginci canımız istedikçe
yememizdi. Oysa evde inzibat rejimi geçerli olup,
yemek saatleri bir dakika bile sekmezdi. İkidebir
koridora çıkmalar. Vagondan vagona geçerek volta
atmalar yeni bir oyundu ve çok heyecan veriyordu.
Trenin her istasyonda duruşu bizi heyecanlandırıyor
ve burası neresi diye en küçük ayrıntıyı bile
hafızamıza yerleştiriyorduk. Annem ise, hep ciddi
ve canı sıkkın duruyordu. Ben aradabir annemin
bu haline fark ediyor O’nu bu hali yüzünden biraz
can sıkıcı buluyordum. Etrafta bu kadar heyecan
verici, öğrenilecek, keyiflenecek şeyler varken
sıkılmak… Her neyse Ankara Garı’nda babam bizi
karşıladı. Türkiye’nin Başkenti Ankara’daydık.
Gün debdebeyle Ankara Garı’nın muntazam yapısını
aydınlatıyordu. Kardeşim ve ben burayı beğenmiştik.
Yeni maceralar bizi bekliyordu.
Babamın tuttuğu evin sahibi mukaveleden
caymıştı. Babam da “Gelmeyin!” diye telgraf çekmiş,
ama bizim yola çıktığımızı bildiren karşı telgraf
gelince, naçar gelip bizi karşılamıştı. Ankara’da
ev bulunmuyordu. Oteller çok pahalıydı. O yüzden
babam Dikmen Bağları’nda üç çadır kurdurmuştu.
Ev bulununcaya kadar çadırda yaşayacaktık. Aylardan
temmuzdu.
Güven’le ikimiz zevkten binbeşyüz
köşeydik. “Ortalığı dağıtmayın, etrafı kirletmeyin,
gürültü etmeyin aşağıda insan var. Sokağa çıkmak
yasak!” gibi emir ve nehiyler yokolmuştu. Bütün
gün ağaç tepesinden inmiyor, her dakika başka
bir oyun icad ediyorduk. İlerdeki bağ evinde yaşayan
sapsarı saçlı, mavi gözlü, sıska bir oğlanla arkadaş
olmuştuk. Ne onun ne de bizim başka bir çocukla
arkadaş olma şansımız yoktu. Adını da kirpiklerine
kadar sarışın olduğu için SARI koymuştuk. Bu sıska
ve pasaklı oğlan aradabir kötü küfürler ediyordu.
Küsüyorduk. Ama ister istemez yine barışıyor,
günümüzü gün ediyorduk.
Annem ise, neredeyse çadırından
hiç çıkmıyor; yüzü her gün biraz daha asılıyordu.
Ağustos ayının da birinci haftası bitmişti. Babam
hâlâ ev bulamamıştı. Ankara’da ağustosun ikinci
yarısı kış demekti. Ve o devirde Ankara’da kışlar
çok soğuk oluyordu. Suhunet 0 derece altı 20-30
dereceye kadar düşer altı ay kar yerden kalkmaz,
toprak hiç görünmezdi. Çadırda barınmak imkansızdı.
Biz iki kardeş hemen hasta olurduk. Kadıncağız
bunları düşündükçe delirecek gibi oluyordu. Ama
biz işin bu yanıyla pek ilgilenmezdik. Üzüm bağlarında,
kendi boyumuz kadar üzüm salkımlarını koparır
birkaç tane üzüm yer, salkımı atardık.
Heyecanlı bir oyunun sonunda SARI
bermutat mızıktı. Arkasından da küfürleri sıralamaya
başladı. Güven küfürden nefret ederdi. Hayatının
sonuna kadar da hep nefret etmeye devam etti zaten.
O yüzden SARI’ya saldırdı; tabi bende. SARI’yı
altımıza aldık ve pataklamaya başladık. O küfrettikçe
biz de pataklıyorduk. Oğlan bir avaza bağrıyordu
ki, annem çadırından çıktı. O güzel gözleri büyümüş,
alabildiğine asabileşmişti. “Güven, Işık ne yapıyorsunuz?
İkiniz birden zavallı çocuğun üzerine çıkıp, O’nu
dövmeye utanmıyor musunuz? Çabuk içeri girin,
sizi öldüreceğim, bel kemiğinizi kıracağım.” Annem
kızdı mı ilk lafı; “ Bel kemiğinizi kıracağım.”
olurdu. Bir gün (Sonradan general olan dayım Muhiddin
Olgay) Muhiddin Dayım gayet ciddi bir sesle anneme;
“Ablacığım buraya, senin yanına gelirken yolun
iki yanında bel kemiği kırılmış adamlar gördüm.
Onları hep sen mi kırmıştın?” diye latife etmişti.
Sözü uzatmayalım. Annemin tehdidi
bizi müthiş korkuttuğu için, SARI’nın üzerinden
kalktık. O da ayağı fırladı. Gözyaşları yanaklarında
bembeyaz iz bırakmıştı, sümükleri de akıyordu,
ama sanki bir minare boyunda uzun bir adammış
gibi elini tehditkar bir şekilde anneme doğru
sallayarak O’nu azarladı. “Teyze! Teyze! Sen dışarı
çıkıp Güven’le Işık’ı neden dövmeye kalkıyorsun?
Biz çocuğuz şimdi kavga eder, şimdi barışırız.
Bizim işimize karışma gir içeri.”
Annem büyülenmiş gibi içeri
girdi. Arkadaşıma sopa çektiğimiz halde, O bu
sopayı hak ettiğini bilerek, hiç kin tutmanda
bizi haksız bir patakaçiden kurtaracak kadar yüksek
ruhluydu. Kendisini şimdi 60 yaşına geldim halde
saygıyla anıyorum.
|