Dedikodu

Altı yaşındayım. Sınıfın en önüne konan özel sırasında, tek başıma oturuyorum. Örgülü altın sarısı saçlarım, tertemiz görünüşüm, şık çantam, renkli kalemlerimle ayrıcalıklı ve büyüleyici bir karizmam var, o fukara arkadaşlarımın arasında. Bazen yanıma bir arkadaşımın oturmasına müsaade ediyorum. Ve o çocuk en az bir hafta diğerlerine tepeden bakma fırsatı yakalıyor. Sınıf birincisi oluşum, bütün bunlara ilave olarak bana ayrı bir üstünlük kazandırıyor. Ama her zaman son derece mütevazı davranıyorum. Hiçbir zaman burnumu havaya kaldırmıyorum. Yaptığım resimler yaşıma başıma göre aleyül alâ olduğu için, öğretmenim Mediha Hanım, bunları alıp diğer öğretmen arkadaşlarına ve müdüre gösteriyor. O da gururla Eskişehir’in diğer ilkokul müdürlerine. Böylece bütün şehirde ün salıyorum. (Yıllar sonra ressamları örgütleyip, dünya çapında, Paris’te yapılan müsabakalarda Türkiye’ye bir altın madalya kazandıracaktım, sessiz sedasız.)

Mediha öğretmen; resim dersinde kıssadan hisse çıkarmak için, önce bir öykü anlatır, arkasından da bu öyküyü resimlerimizle canlandırmamızı isterdi.

Galiba büyük bir başarıyla ilk çizgi roman yaratıcısı olmuştum.

Derken; bir resim dersinde hoca bize DEDİKODU kelimesini açıklayan bir anektod anlattı.

“Dedikoducu bir kadın komşusu alehinde bir şeyler uydurup, ahbabına anlatıyor. O da başka bir ahbabına…Derken dedikodu yayılıyor. En sonunda; bundan zarar gören hanımın kulağına gidiyor. O da çok fazla üzülüyor. Ama bu iftirayı kimden duyduğunu haber verene soruyor. O söyleyince bu sefer ona gidip, bunu kimden işittiğini soruyor. O da bilgi verince böyle böyle, bu söylentiyi ilk çıkaran kaynağa ulaşıyor. Ve onun cezalandırılmasını sağlıyor. Efendim “dedikodu” kötü şeydir. Uydurduklarımız önünde sonunda açığa çıkar; rezil olursunuz.”

Nedense, bu öykü beni çok etkiledi. Çünkü kelimeyi de ilk defa duyuyordum. Mânası da uydurukçu, suçluydu. Ama onu uydurduklarını nakledenlerden en az onun kadar suçluydu. Yani dedikodu bir kişinin değil, toplumun suçuydu. Bir çocuk olarak kabahat yaptın mı patakaci dahil cezalanırdık ama bu! Garip bir örgütlenmeyle ortaya çıkıyordu. Bana göre çok entresan ve düşündürücü bir olaydı. İnsanlar, neden garip bir zevkle bu şeytani oyuna katılıyorlardı acaba. Bu öyküyü … büyük bir başarıyla resimledim, ama derin derin düşünmeye başlamıştım bir kere. İnsanları bu müşterek suça iten şey neydi?

O sıralarda merak ettiğim başka bir konu daha vardı. Karşı cins. Ben bir kız çocuğuydum. Küçük bir erkek kardeşim vardı. Ve değişik cinsel organlarımızın olduğunun farkındaydım. Bir çocuğun dünyaya gelmesi için ille de anne ve babaya ihtiyaç vardı. Ama bu çocuklar nasıl dünyaya geliyorlardı acaba? Öyle; “ Kardeşi leylek getirdi.”, “Lahananın içinde bulduk.”, “Çingeneden aldık.” masallarına karnım toktu. Bu laflar ağız birliğiyle söylenmediği için uyduruk ve tatsız latifelerdi benim için. Gözlediğim kadarıyla, annemle babam birbirlerini çok seviyordu. Demek ki sevgi şarttı. Bir de onlar birbirlerini dudaktan öpüyorlardı. Ama başka hiç kimseyi dudaktan öpmüyorlardı. Demek ki bu işin içinde bir iş vardı. Sonra dayım nişanlandığı zaman fark ettim. Onlar birbirlerini dudaktan öpmüyorlardı. Birgün anneme sordum. “Evlenmeden öyle öpüşmek ayıp.” dedi, kestirdi attı. Bu evlenme işi de çok heyecanlı, keyifli ve masraflı bir işti. Çünkü dayımın düğün hazırlıkları ve düğünü bizim evde olmuştu. Yengem harikulade güzel bir kızdı ve çok yumuşak, çok tatlıydı. Ben O’nu çok seviyordum.

Bütün bu mülahazalar kafamı derinden meşgul ediyordu. Sonunda ciddi bir bilim adamı gibi Mediha Hoca’nın; öyküsünü hayata aktarmaya karar verdim.

Ancak; öyküde en büyük üzüntüyü iftira atılan yaşıyordu. Halbuki kolay kolay bilerek, kimseyi üzmek istemeyecek kadar yufta yürekliydim. Ama en büyük sorun sonunda dedikoduyu çıkaran, ciddi bir ceza görüp toplum önünde küçük düşüp cezalandırılıyordu. Ama merakım, her şeyin üzerindeydi. Eğer iyi düşünürsem cezalandırılmaktan pekala kurtulabilirdim.

Bizim sınıfta sıralar üç kolon üzere dizilmişti. Kapıdan girince sol taraftaki kolona başarısı düşük öğrenciler, orta kolona çalışkan öğrenciler, sağ taraftaki kolona da orta derecede başarı gösterenler otururlar, derecelerini yükseltenler veya düşürenler buna göre yer değiştirirlerdi.

Sınıfın ikincisi Ayhan, üçüncüsü de İnci isminde mavi gözlü, sarışın, zayıf bir kızcağızdı. Ayhan, zaman zaman neredeyse bana yetişecek derecede iyi bir öğrenciydi. Yani açıkçası O’nu rakibim olarak görüyordum. (Sonradan öğrendiğime göre iyi bir mühendis olmuş.)

Denek olarak; Ayhan ile İnci’yi gözüme kestirdim. Rakiplerimin üzülmesine pek tasalanacağımı da sanmıyordum.

Bir de tembeller sırasının en arkasında oturan Nihal isimli kekeme bir kızcağız vardı. Heyecanlandığı zaman rekâketi inanılmaz şekilde artar. Artık ne söylediği katiyen anlaşılmazdı. Zekasına oranla vücudu bir hayli gelişmişti. İlk duyumu O’na yapmaya karar verdim. Çünkü geri sayma işleminin nihayetine gelindiğinde beni ele veremeyecekti. Ve ceza onun üstüne yıkılacaktı.

Okul paydos olunca, sınıftan en son O garip çıkardı. Mahsus geciktim. Sınıfta O’ndan ve benden başka kimse kalmadığını görünce, olanca candanlığımla, “Nihalciğim sana bir sır vereceğim ama sakın kimseye söyleme.” dedim. Düşünemeyeceğiniz kadar sevindi ve heyecanlandı. Sınıfın en karizmatik kişisiyle, bir sırrı paylaşmak ne demekti? Hiç kimse O’nunla arkadaşlık etmek istemezken. Bu O’nun için, çok ama çok muthiş bir mazhariyetti. Alçak gönüllü, cici Işık, O’nunla konuşuyor, üstelik bir sırrı paylaşmak istiyordu.

- “Bizim Ayhan’la İnci var ya!..(Açık duran sınıf kapısı muhayyelemi tazeledi.) Kapının arkasında öpüşüyorlardı. Gördün mü?” dedim. Benim nezlimde önemli gözükebilmek için, “A! Tabi gördüm.” dedi. Beni yalanlarsa bu nadide dostluğun bozulacağından korkarak. Cevap verdim kurnazca; “Ama ben pekiyi göremedim. Demek sen iyice gördün öyle mi?” dedim. “Evet evet Ayhan İnci’ye sarılarak, O’nu kaç kere öptü.” “Ya! Demek öyle. Ama sen bunu sakın kimseye söyleme emi?” diyerek, sanki samimiymişiz gibi onun koluna girdim. Ve sokakta yol ayrımına kadar birlikte yürüdük. İlk domino taşını devirmiştim. Bundan sonraki olayların öğretmenimin öyküsündeki gibi gelişip gelişmeyeceğini zaman gösterecekti. Ben sadece merak eden ve titiz bir dikkatle deney yapan bir çocuktum. Duygusallık yanımdan bile geçmiyordu. Onun için bütün çocuklar gibi acımasızdım.

Ertesi gün, her zamankinden daha erken okula gittim. Çocukların girmesi yasak olan arka bahçenin, uygun bir yerinde, derse giriş zili çalıncaya kadar gizlendim. Ve biraz bekledikten sonra, ön bahçeye geldim. Kimsecikler kalmamış öğrenciler sınıflara girmişlerdi. O sırada öğretmenim telaşla sınıfa yürümekte olduğunu görünce, sanki okula şimdi gelmişim gibi koşarak yanına gittim. “Günaydın efendim!” diye selam verdim. Gülümsedi. Hızlı adımlarla sınıf kapısına ilerlerken, bizim sınıftan inanılmaz bir gürültü geldiğini duyduk. Öğrenciler bir ağızdan “Avu! Avu! Avu!” diye çığlık çığlığa bağrışıyorlardı. Hocanın içeri girdiğini bile fark etmemişlerdi. Çoğu kitap konulan sıraların üstüne çıkmış bağrışıyorlardı. Diğerleri de bulundukları yerde tepinerek, sıçrıyor, tozu dumana katıyordu. Ayhan ile İnci de oturdukları sıralara kapanmışlar, hıçkıra hıçkıra, salya sümük ağlıyorlardı. Öğretmen cetveli ile, kürsüye vurunca; herkesin aklı başına geldi. Herkes süklüm püklüm yerine suçlu suçlu oturdu. Planım; kurguladığımdan çok daha muhteşem bir şekilde yürüyordu. Ben kibar, terbiyeli ve nazlı cici öğrenci tavrıyla geçip, yerime oturdum. Öğretmen, masumiyetimin en büyük şahidiydi. Artık cezadan muhaf kalacağıma emniyetim çok artmıştı.

Mediha’nım hem şaşkın hem de öfkeliydi. Sorgulamasını ilk önce Ayhan’a yöneltti.

- Sen niye ağlıyorsun bakalım?

- Hocam ben…!

- Evet sen…! Ne oldu söylesene çocuğum!

- Öğretmenim ben İnci’yi öpmüşüm. Vallahi billahi öğretmenim, ben İnci’yi öpmedim.

O sırada İnci korku verecek kadar ağlıyordu. Neredeyse bayılacaktı.

- Eee! Ne olmuş yani. İnci’yi öpsen ne olur? Siz daha küçücük çocuklarsınız. Hepiniz kardeşsiniz. Ne var bunda yani!

- Ama öğretmenim vallahi ben İnci’yi öpmedim.

- Pekala madem öpmedin bunu kim uydurdu şimdi? Söyle kim söyledi sana bunu?

- Rıza!

- Rıza ayağı kalk! Sana kim söyledi Ayhan’ın İnci’yi öptüğünü

- Ahmet söyledi öğretmenim.

Olay öğretmenin resim dersinde anlattığı öykü misali devam ediyor, herkes bir bir kendine söyleyeni çekinmeden ele veriyordu. En sonunda tembeller sırasının en arkasında oturan, Nihal’e iş geldi çattı.

Mediha’nımın tepesi iyice atmıştı. Bütün sınıfa hitaben:

- Hepiniz kötü, suçlu çocuklarsınız. Bu yetmiyormuş gibi, çamurlu pis ayakkabılarınızla sıraların üzerine çıkıp zıplıyorsunuz. Bu sıralar devletin malıdır. Sizden sonra nice öğrenciler, bu sıralarda okuyacak. Şimdi herkes ellerini sıranın üstüne koysun bakalım.

Ve o minik ellere, acımadan cetvelle bir bir vurmaya başladı. Şimdi bütün sınıf hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Çünkü herkesin canı yanmıştı.

Duygusal planda ben üzüldüğümü söyleyemeyeceğim. Ama düşünsel planda bu deneyimden pek çok sonuç çıkarttığımı hatırlıyorum. Bunların ilki öğretmenime duyduğum o eşsiz hürmetim artmıştı. Çünkü bize gerçekleri öğretiyordu. Bir daha asla dedikodu yapmayacak ve yapanları men edecektim. Çünkü ne denli kötü sonuçları olduğunu deneyerek öğrenmiştim. Ve hayatım boyunca, kendi kendime verdiğim bu sözü tutmaya çalışacaktım. Bir başka anladığım şey de yasak olan, ayıp olan şeylere toplum eğilimli idi. Cezaların caydırıcılığından korkanlar, ayıbı işleyenlerden daha hain daha acımasızdı. Ve toplum; şeytani meselelerde yıldırım hızıyla örgütleniyordu. Çünkü insanların çoğu cahil, fitne ve kan dökücüydü. Bunu unutmamak lazım. Hele benim gibi fazla zeki ve meraklı çocukların eğitimine fazlasıyla dikkat etmek gerekiyor. O yüzden toplumlarda aydın geçinenler tarih boyunca insanlara ızdırap çektirmiş olmanın sorumluluğunu daima taşıyacaklardır.


   
     
ANILAR
Unutulmayan Talim
Güven Sükan'ın 3-6 yaşları
Sene 1946
Torunum Ekrem Taha Başer’e İthaf
1947-1948 Kışından Anılar
Misafir Geldiğinde
Dedikodu
Sene 1945 Istanbul Yeşilköy
Yaş Altı
Sene 1941
Perili Köşk

© 2005 Işık Sükan - Her Hakkı Saklıdır. İzin almadan çoğaltılamaz ve kopyalanamaz.
Bu site bir Bora Döken tasarımıdır.