Sene 1945
İstanbul Yeşilköy
Güven 6, ben de 7,5 yaşındayım. Babam
Ayastefanos binasında konuşlanmış oto bölüğünün
kumandanı. Yeşilköy; Sirkeci’den trene binince
aşağı yukarı 2 saat sonra ulaşılabilinen bir nahiye.
Henüz ilçe olamamış. Harikulâde köşkler, yalılar
ve çiçek bahçeleriyle müzeyyen cennet gibi bir
yer. Bütün yolları asvalt. İstasyondan gelen yolcuları
at arabaları karşılar ve insanları gideceği yere
taşır. Bu beldede Türkler azınlıktadır. İtalyanlar,
Fransızlar, Yahudiler, ille de Rumlar halkın yarısından
fazlasını oluşturur. Birçok kilise vardır. Katolik,
Protestan ve Ortodoks… Sabah ve öğle zamanları
sakin belde; çan sesleriyle inim inim inlerdi.
Türk’den çok Rum arkadaşımız vardı. Neredeyse
Rumca’yı öğrenmek üzereydik. Rumlar genellikle
balıkçılıkla geçinirlerdi. Torik satılamayınca
denize dökülür, yüzlerce kilometre sahil, ölü
toriklerin çürümesiyle pek nahoş kokardı.
Bizim iki katlı, sevimli, ahşap
evimiz Yeşilköy çayırının ikiye ayrıldığı nefis
bir yol kenarındaydı ve Vasiliki Ablaların evine
bitişikti. Önünde akasya ağaçları vardı. Çayır,
enfes yeşilini hiç kaybetmez göz alabildiğine
uzar giderdi.
Yağmur yağdığı zaman, evde ne kadar kapkacak varsa,
odaların tavanlarından akan suların altına dizilir,
doldukça da boşaltılırdı. Su damlalarının oluşturduğu
musiki ve yağmur, biz çocuklar için eğlenceli
ve keyifli bir mutluluk biçimiydi. Ama evdeki
yetişkinler meseleye çok farklı ve sevimsiz bir
açıdan bakıyorlardı. Biz de büyüklerin olumsuz
duygularına biraz hayret ediyorduk. Her neyse…
Yaz gelince, evin arkasındaki çayıra cambazlar
gelir, konuşlanırdı. “Bu gece, Tel Gezer Cambazhanesi’nde
varyete, tehlikeli gösteriler, vs.” diye programları
megafonlarla ilân ederlerdi.
Gündüz matinesinde (15 kuruş, dondurma
külahı 5 kuruş) Güven’le ikimiz, cambazhanenin
gedikli müşterisiydik. Mutlaka her gün en ön sıraya
oturup, Telgezer Amca’nın, telde hayatını tehlikeye
atarak yaptığı numaraları seyreder “Ben de ya_paaa_rım.”
diye onu taklit etmek isterken, başına kazalar
gelen palyaçoya gülerdik.
Ama sıra orta oyununa gelince kendimizi
öyle kaptırırdık ki, sanki bu trajediler bizim
başımızdan geçiyormuş gibi olurdu. Oyuncuların
acemiliği, dekor diye hiçbir şeyin olmaması bizi
hiç etkilemezdi. Kendi muhayyelimizdeki güç, olağanüstü
sihirli bir değnek gibi, bütün eksikleri kapatıyordu.
Ağlıyor, gülüyor, heyecanlanıyorduk. Kardeşim
dramatik sahnelerde eve gider annemi görür. Annem
sorar: “ Hayrola! Eve niye geldin? Cambaz bitti
mi?” “Hayır anneciğim, acıklı yeri geçince yine
döneceğim.”derdi.
|