Güven 3 Yaşında

Annem kardeşimle beni güzelce giydirdi. Lâtif bir bahar başlangıcıydı. Güven başında Atatürk’ün kasketine benzer bir kasket, tozlukları ve kadife yakalı paltosuyla çok şık ve yakışıklıydı. Annemin önünden tratuvarda (yaya kaldırımı) ileri doğru koşuyor, daha sonra dönüp bu sefer anneme yöneliyordu. Bu hemen bir oyun olmuştu. Nefes nefese keyifle gülüyorduk. O sırada pantolonunun iki yanında dört parmak kırmızısı olan bir “paşa” hasbelkader annemle bizim aramıza girdi. O zamanda generallere paşa denir ve bunlara halk tarafından acayip hürmet edilirdi. Bir yerden paşa geçerse halk işini gücünü bırakıp “hazır ol” vaziyetinde selâm dururdu.

Güven iki bacağını açıp, paşanın yolunu kesti. “Bana bak” dedi. “Sen adam oldun da mı paşa oldun yoksa paşa olduktan sonra mı adam oldun?”. İri yarı ve göbekli adam çömelerek, “Adam olduğum için beni paşa yaptılar.” diye Güven’i kucağına alarak sevdi.

Güven 4 Yaşında
Güven patlıcan yemeklerini ağzına koymaz, bu da annemi fevkalade kızdırırdı. Pek iştahlı olmadığımız için her öğün yemekte ciddi münakaşalar çıkardı. Yine böyle bir patlıcan yemeği muhabbetinin ardından odamıza çekildik. Güven’in iki gözü iki çeşme.

“Kardeşim” dedim. “Patlıcanın bin türlü yemeği var. Annem hangisini pişirse maraza çıkartıyorsun. Niye?” diye sordum. Güven gözlerini kurulayarak, “Ben patlıcanın adını sevmiyorum.” dedi. “Onun için hiçbir yemeğini yemek istemem.”

Sözünü Geri Al
Güven ilkokula giderken, çok muzip Ahmet isminde bir arkadaş edinmişti. O devrin zamanında ortaöğrenime devam eden bazı öğrenciler neredeyse öğretmenleri yaşında bile olabiliyordu. Bu da sınıflarda garabet yaratırdı. Nerdeyse reşit olma çağına yaklaşmış bir öğrenci okul çıkışında edepsizce küçük öğrencileri tartaklayınca, Ahmet, “Eşşolueşek” diye kendinin üç boyunda olan bu kişiye küfredince, kabadayı Güven’le Ahmet’i kovalar. Ve Ahmet’i kravatından yakalayarak, havaya kaldırır. Ayakları yerden kesildiği halde debelenen çocuğa “Çabuk sözünü geri al.” deyince, derin bir nefesi içine çekerken, Ahmet “Eşşolueşek” der.

Bir Başka Güven Şükan Hikayesi
Güven elma yanaklı fevkalade şirin ve yakışıklı bir çocuktu. Üç yaşındayken koltukların tepesine çıkardık. Böylece boyumuz uzuyor, yetişkinlerle bir seviyeye geliyorduk. Kendimizi bu hayale kaptırıp mutlu oluyorduk.

Güven koltukların tepesine çıkınca “Ey Atatürk senle bana kimse karışamaz. Ben aslanları bacağından tutup kaat (kağıt diyemezdi.) gibi ikiye ayırırım.” der, güm diye kendini halının üzerine atardı. Bu oyunu hiç bıkmadan tekrar ederdi.

Birgün annem bizi attaya götürmeye karar verdi. Giyinip kuşandık. Çok mutluyduk.

Güven annemin elini tutmuş giderken, minicik bir fino köpeği “Hav, hav!” diye Güven’in yanına gelmez mi! Güven korkuyla, “Anneciğim, anneciğim!” diye, Macida Hanım’ım eteklerine sarıldı. Annem “Oğlum hani sen aslanları kağıt gibi ikiye ayırırdın. Küçücük finodan şimdi niye korkuyorsun?” Yanıt ise, gecikmemişti. “Anneciğim ama ben aslanlardan korkmam dedim, finolardan değil.”

Sene 1942
Babam bizi ve hoş ahbap ailelerden bir ikisini kamyona doldurur her onbeş günde bir pikniğe götürürdü. Yeşil ormanlar, berrak akan dereler, sevimli köyler veya harman yerlerinde konaklar, doğanın içinde keyfimizce güler oynardık.

Bir seferinde zengin bir köy ağasının da davetlisi olmuştuk. Atların çektiği döven arabasında, harman yerinin altın başakları ve samanların savrulduğu bu yer; bize hiçbir çocuk parkının veremeyeceği keyfi veriyordu. “Yapma! Etme!” diyen de olmadığı için, bu değerli özgürlük dakikalarını alabildiğine mutlu olarak ve samanların arasında yuvarlanarak değerlendiriyorduk. Bu sırada yemekler hazırlanmış, bizi sofraya çağırmışlardı. Evin baş odasının ortasında kocaman bir sofra örtüsü yayılmış üzerine de sofra oturtulmuştu.. Güven anneme iyice sokuldu. Henüz kendi kendine yemek yiyemiyordu. Birazdan çok büyük bir sini ile; çevirilerek ateşte kızarmış, sonra da fıstıklı üzümlü pilavla doldurulmuş bir kuzu ortaya konunca, karnı çok acıkmış olan minik kardeşim, “Anneciğim, şu tavuktan biraz da bana ver demesin mi!”

Benim cici kardeşim böylece Türkiye’nin ilk kentsoylusunun çağdaş tavrını sergiliyor bir tavuk ile kuzuyu ayırt edemiyordu. O yaşlardaki köylü arkadaşlarımız (Ellerini ağızlarına götürerek saklamaya çalışsalar da) bu isteğe uzun uzun güldüler.

Oda Kapısı
Çok güzel bir yaz sabahıydı. Annem Macide Sükan keyifle “Kemanımla sana bir ses verebilseydim eğer…” isimli tangonun namelerini mırıldanırken yatak odasını düzeltiyordu. Ben o sarı siyah bukleli şirin, 5 yaşında bir kız çocuğuydum. Uzaklardan duyulan kumru sesleri ve annemin şarkısını keyifle dinliyordum. Muhiddin Dayım’ın Suriye’den armağan olarak getirdiği mavi ipek yatak örtüsünü, annemin nasıl ustalıkla karyolaya serdiğine hayran bakarken (O örtü şimdi kızım Fatoş’ta) yatak odasının kapısı büyük bir gürültüyle “Güm!” diye ardına kadar açıldı ve 3 yaşındaki kardeşim Güven elma yanakları ve dağınık kahkülleriyle içeri daldı

Annem kaşlarını çatarak, “Oğlum! Büyüklerin kapısına vurmadan içeri girilmez.” dedi.

Güven şaşkınlıkla bir an durdu. “Affedersiniz.” diye kapıyı örterek, çıktı. Sonra kapı vuruldu ve incecik bir ses “Girebilir miyim anneciğim!” dedi.

Aynı Dönemler
O devrin zamanında, Cumhuriyet’in kurulmasından ancak 17 yıl geçmiş. Avrupa’da 2. Dünya Savaşı’nın vahşeti sürerken, Türkiye kendi yağıyla kavrulan çok fukara bir ülkeydi. Bulunduğumuz Anadolu kentinde (Eskişehir) eskiden kalma tarihi yapılar ve ahşap köşkler hariç, kerpiç yapıları ve yağmur yağdığı zaman insanı dizlerine kadar gömen çamur yollarıyla bu şehre bugünkü nesillerimiz köy bile demezlerdi. Kışın yün patiklerin üzerine giydiğimiz yandan düğmeli şosonlarla, kibar kibar çamura gömülmeden geçit noktaları bulmak benim için bir satranç oyunundan daha keyifli ve mutluluk vericiydi. Şimdi köylerde bile böyle çamurlu yol yok; göremiyorum. Eskişehir’in doğal kükürtlü sıcak sularının aktığı şifalı hamamları vardı. Ayda bir annem bizi bu hamamlara götürürdü. Ucu püsküllü kapişonlarımızı, boyun atkılarımızı, minicik ve yumuşacık eldivenlerimizi giyinirken tahta çıkmaya çalışan prenslerden daha çok heyecanlanırdık. Ve giysilerimiz bize Herkül’ün altın postlu kuzusundan daha şık ve daha değerli görünürdü.

Güven’in heyecanı böyle romantik değildi. O daha çok hamamın muhteşem havuzunun etrafına oturmuş birbirinden hoş, yıkanan güzel hanımların çıplak göğüslerini göreceği için heyecanlanırdı.

Neyse, hamama gidip o kalabalıkta bir kurna bulup, yerleşmiştik ki kalabalıktan mıdır neden bilmem, hamamdaki buhardan gözgözü görmüyordu. İşte o zaman bizim 3,5 yaşındaki çapkın, olanca gücüyle bağırmaya başladı. “Bu dumanları çekin! Çekin diyorum! Kadınların memelerini göremiyorum.”


   
     
ANILAR
Unutulmayan Talim
Güven Sükan'ın 3-6 yaşları
Sene 1946
Torunum Ekrem Taha Başer’e İthaf
1947-1948 Kışından Anılar
Misafir Geldiğinde
Dedikodu
Sene 1945 Istanbul Yeşilköy
Yaş Altı
Sene 1941
Perili Köşk

© 2005 Işık Sükan - Her Hakkı Saklıdır. İzin almadan çoğaltılamaz ve kopyalanamaz.
Bu site bir Bora Döken tasarımıdır.