Esrarlı Yelkovan
Güneş, yemyeşil otları süsleyen gelinciklerde
parlıyordu. Hafif meltem bahar açmış dalları hafif
hafif sallıyor, arada bülbül nağmeleri işitiliyordu.
O sırada uzaktan neşeli bir grup genç göründü.
Kız erkek karışık, bir arada kıra çıkmışlardı.
İçlerinden biri,
- “Çocuklar gelin şu güzel ağacın altında oturalım.”
diye bağırdı.
Fikir hoşa gitmişti. Kilimleri serdiler. Herkes
evden getirdiği yemeği çıkardı. Güzelce bir sofra
hazırladılar. Güle oynaya karınları doldurdular.
Şakalaşıyor, hızlı sesle gülüyorlardı. Yalnız
içlerinden bir kız durgundu. Arkadaşlarının kahkahalarına
gülümseyerek mukabele ediyordu. Simsiyah çekik
gözleri düşünce doluydu. Etraftakiler eğlenceye
dalınca yerinden kalktı. Elleri cebinde, başı
önünde yürümeye başladı. Güneşin tatlı sıcaklığını,
etrafındaki manzaranın güzelliğini fark etmiyor
gibiydi. Arkasından,
- “Hey Lâle! Nereye gidiyorsun?” diye seslendiler.
Sesini çıkarmadı.
Nasılsa iki dakika sonra mevcudiyetini fark etmeyeceklerdi.
Bir türlü eğlenemiyordu. Manasız şeylere, kocaman
sesle gülmek O’na saçma geliyordu.
Lâle, düşüncelere dalmış, nereye gittiğinin farkına
varmadan, kendisini ormanda kaybetmişti. İnsan
seslerinin kendisini rahatsız etmediği bir yerde,
etrafına bakındı. İçi sıcacık bir sevgiyle doluvermişti
sanki. Ağaçları, kuşları, çimenleri her şeyi hudutsuz
seviyordu. Başını göğe doğru kaldırdı. Pırıl pırıl
masmavi idi. Seviniyordu. Neye sevindiğini bilmiyordu,
ama seviniyordu. Hızlı hızlı yürümeye başladı.
Her yeri, bütün güzellikleri görmek istiyordu.
Ormandan çıktı, tozlu bir yolda ilerlemeye başladı.
Her şeyi unutmuş gibiydi. Fakat, yavaş yavaş etraf
kararmaya başlayınca, yolunu kaybettiğini anladı.
Buna rağmen ürkmedi.
Babası iki sene evvel ölmüştü. Şimdi üvey annesi
ile oturuyordu. Kadın iyi kalbli olduğunu bütün
kasaba bilsin düşüncesiyle kızı yanında alıkoymuştu.
Ama zavallı Lâle’ye etmediği eziyeti bırakmıyordu.
Bütün arkadaşlarıyla kıra çıkarken Lâle izin alamamıştı.
Değil izin vermek… Şimdi eve döndüğünde kimbilir
kendisini ne işkenceler bekliyordu! İşte bu yüzden
Lâle yolunu kaybettiği için ne üzüldü ne de korktu.
Kararını vermişti. Artık eve dönmeyecekti. Kendisi
için geceyi geçirebilecek emin bir sığınak aradı.
Az ilerde, ağaçların seyreldiği yerde, yalçın
kayalıklar başlıyordu. Orada belki sığınacak bir
mağara veya kavuk bulabilirdi. Adımlarını sıklaştırdı.
Kısa zaman sonra tahmin ettiği gibi bir yer buldu.
Mağaranın içi oldukça ılık ve yerleri ince kum
döşeliydi. Lâle yorgun olduğu için hemen yere
uzandı. Çok geçmeden uyumuştu. Sabahleyin kuş
sesiyle uyandı. Karnı iyice acıkmıştı. Yokuştan
aşağı inip kendine orman meyvalarıyla ziyafet
çekti. Eteğine de kopardığı yemişlerden doldurup
mağarasına döndü. İçeri girdiği zaman hayret ve
biraz da korku ile yerinde kalakaldı. Çünkü geceyi
içinde geçirdiği yer, şayanı hayret bir değişikliğe
uğramıştı. Duvarlar ahşap kaplanmış, yerlere kıymetli
halılar serilmişti. Bir köşede sedir, bir köşede
konsol, yerlerde minderler vardı. Minderler biri
üzerinde ak sakallı nur yüzlü bir dede oturuyordu.
Elindeki tesbihi çekerken dudakları kıpırdıyordu.
Gözleri aralıktı. Sanki fevkalade bir alemde yaşıyormuş
gibi bir hali vardı. Lâle sesini çıkarmadan olduğu
yere diz çöküp bekledi. Bu nur yüzlü ihtiyarı
seyrettikçe kalbi sonsuz bir sevgiyle doluyordu.
Neden sonra, dede başını çevirmeden konuştu;
- “Hoş geldin evladım. Senin bu kuru mağaranı
biraz değiştirmeye çalıştım. Beğendin mi?”
- “Evet efendim. Çok teşekkür ederim.”
Doğrusu kısa bir zamanda nasıl olup da yerin bu
kadar güzel döşenmiş olmasına şaşmıştı. “Fakat
bundan sonra rahat edeceksin.” dedi ve ilave etti.
“Şu köşedeki örtünün altında yiyecek, içecek çok
şey var. Sana en az bir hafta yeter. Ben birazdan
kalkıp mağaranın ağzına kapı takacağım. Artık
burası senin evin olur. Haftada bir, ben sana
lüzumlu olan şeyleri getiririm. Sakın boş yere
sıkıntıya kapılma.”
Lâle başını önüne eğip yeniden teşekkür etti.
Böylece iki hafta geçti. Dede her hafta aynı gün
geliyordu. Lâle daha bir şey söylemeden, O’nun
aklından geçenleri anlıyor. Ve ona göre cevap
veriyordu. Bir gün geldiğinde;
- “Benim kim olduğumu merak ediyorsun. Fakat bunu
en son ben söylemeden, kendiliğinden öğreneceksin.”
dedi.
Lâle bu mucizeye alışmıştı artık. Tatlı tatlı
gülümseyip “Pekiyi” dedi.
Bir başka hafta,
- “Burada sıkılmaya başladın evladım. Ama vakit
geldi. Bugün derse başlayacağız. Sana bütün bildiklerimi
öğreteceğim.” diyen ihtiyar pir, Lâle’ye hocalık
etmeye başladı.
Aradan kaç hafta, kaç ay, kaç sene geçti belli
değil. Belki de hiç zaman geçmemiştir. Ama Lâle
büyüdü, gelişti, serpildi. Son derece cana yakın
bir kızcağız oldu. O kadar çok şey öğrenmişti
ki artık hiçbir şey bilmediğine inanmıştı. Eskiden
yaşamış büyük bir bilgin de hayatının sonunda
aynı inancı taşıyordu. Neyse… Nur yüzlü pir son
gelişinde yanında bir saat getirmişti. Dedi ki;
- “Kızım, bu saat sihirlidir. Parmağınla yelkovanı
beş dakika oynatsan 500 sene evvelinde yaşamaya
başlarsın. İleri alırsan sonrasını. Şimdi onu
sana vereceğim. İstediğin zamana gidebilirsin.
Fakat hiçbir senede kırk seneden fazla kalma.
Tâ ki candan sevdiğin birine rastlayıncaya kadar.
Aksi taktirde sihir bozulur. Ben ölürüm. Sen de
kestiremediğin bir devirde yaşamaya mahkum olursun.”
Lâle sordu;
- “Peki ama ya ben başka zamanlarda yaşamak istemiyorsam?
Yine parmağımı yelkovana dokundurmak zorunda mıyım?”
Pir, gülümsedi,
- Biliyorum yavrum! Dedi. Fakat sen de, ben de,
başka bir zamanda yaşamak istemediğimize, tecrübe
etmeden kati olarak emin olamayız. Mecbur değilsin.
Mamafih denemen çok iyi olacak.
Lâle üzüntü ile başını salladı. Fakat içinde merak
yer etmeye başlamıştı bile. Hocası haklıydı. Parmağını
yelkovana dokundurdu. Tam 506 sene evveline uçtu.
Çok güzel bir şehrin kale kapıları önünde kendisini
buldu. Binlerce asker çadırlarını şehrin önünde
uzayıp giden ovanın ve tepelerin üstüne kurmuştu.
Davullar çalınıyor, borazanlar ötüyordu. Lâle
yanından geçen birine;
- “Ne oluyor burada böyle?” diye sordu.
Asker
- “Bilmiyor musun? Haşmetlû sultanımız kaleyi
feth için buraya otağ kurdu.” dedi. Sonra acele
adımlarla yürüdü gitti.
Genç kız, denizden esen serin havadan korunmak
için pelerinine iyice sarındı ve çadırların arasında
dolaşmaya başladı. Diğer çadırlardan biraz daha
farklı, daha süslü bir çadırın önünden geçerken
bir ses işti. “Yarabbi, bu güzel şehrin fethini
bana müyesser kıl. Yarabbi, sen beni muzaffer
eyle. Milletime en büyük hizmeti yapmama yardım
et.”
Bu candan dua Lâle’nin o kadar hoşuna gitti ki,
düşünmeden hemen içeri giriverdi. Kapıdaki muhafızlar
O’nun girdiğini fark etmemişlerdi. Genç, pek genç
bir delikanlı dua ediyordu. Neden sonra Lâle’yi
fark etti. Derin manalı gözlerini kızın üzerinde
gezdirdikten sonra;
- “Siz kimsiniz? Ve buraya nasıl girdiniz?” diye
sordu.
Genç kız heyecanlıydı. Hemen genç sultanı tanımıştı.
Çünkü hocası ondan sık sık saygı ve hürmetle bahsederdi.
- “ Benim kim olduğumu sormayın.” dedi. “Zira
bunu anlatmam uzun sürer. Söyleyeceklerime pek
inanacağınızı da sanmam. Fakat size en derin sevgi
ve hürmetlerimi sunduktan sonra şunu müjdeleyeyim
ki, muhasara ettiğiniz şehri feth edeceksiniz.
Böylece Allah’ın en sevgili kullarından biri siz
olacaksınız. Milletiniz yaşadıkça sizi unutmayacak.
Siz, bu şehri vatan yaptıktan sonra dünyanın en
güzel eserleriyle dolacak.”
Genç sultan;
- “İnşallah.” dedi. “Söylediklerinizin doğru olduğuna
inanıyorum.
Günlerdir muhazara devam ediyor. Fakat asla yılmayacağım.”
Lâle gülümsedi;
- “Biliyorum. Yarın son gündür. Şimdi müsaade
ederseniz artık gideyim.”
Sultan;
- “Evet ama çekilmenizi emretmedim. Oturun konuşalım.
Hem siz bir kadınsınız ordunun içinde kadınların
dolaşmasını istemem.”
Lâle;
- “Pekala sultanım.” dedi. “Sizinle konuşmak benim
için büyük bir zevk ve şereftir. Ancak müsaade
ederseniz size bazı sualler sorayım.”
Sultan gülümsedi. Huzurunda böyle pervasızca konuşan
bir insana ilk defa rastlıyordu. Üstelik bu, genç
bir kızdı. Konuşmasına müsaade etti. Lâle O’nun
aklından geçenleri anlamıştı. Fakat belli etmedi.
- Siz tahta geçtiğiniz zaman ilk iş olarak kardeşlerinizi
boğdunuz değil mi?
Sultan kaşlarını çattı. Hem üzgün, hem kızgın
bir hal almıştı.
- “Evet!” cevabı sertti. Bununla beraber Lâle
devam etti.
- Peki ama neden Sultanım? Onlar henüz küçük birer
çocuktular. Ne zararları vardı size?
- Öyle icap ediyordu. Yarın büyüdükleri zaman,
ben de ölürsem vatanı aralarında paylaşmak isteyeceklerdi.
Buna mani olmak istedim. Dedem bu yüzden kardeşleri
ile çok mücadele etmiş. Milletimin adi menfaatler
için tehlikeye girmesini istemem.
- İyi ama onları başka türlü bertaraf edemez miydiniz?
Bilmez misiniz ki insanların yaşama hakkına ancak
Allah karışır?
- Bilirim, bilirim ama, sırası geldiğinde devlet
için ölmeği de, öldürmeyi de göze almak lazım.
Aksi halde böyle fertlerden teşekkül eden cemiyet
ulu ve muzaffer olamaz.
Lâle,
- Feth edeceğiniz kalenin ahalisi başka dinden,
diye sözlerine devam etti. Onları ibadetlerinde
serbest bırakacağınızı biliyorum. Fakat onların
din adamlarına neden hürmet etmeyi düşündüğünüzü
anlayamadım. Sakın bunlar şımarıp, sonradan tehlikeli
bir hal almasınlar?
Sultan ciddiyetle ve biraz da hayretle;
- Ben ki geçenlerde bir vezirime “Sakalımda bir
tel, düşüncemi bilse onu yolarım.” demiştim. Siz
benim ilerde düşüneceğim şeyleri bile biliyorsunuz.
Fakat size kızmıyorum. Zira gözlerinizden temiz
ruhlu olduğunuz belli oluyor. Madem ki sordunuz
buna da cevap vereyim:
İlerde daha başka kaleler de fethedeceğim. Onların
ahalisi de başka dinden. Eğer ben onların hakkına
riayet ettiğimi isbat edersem, daha az mukavemet
görürüm. Bu ise çabuk büyümemizi, çabuk kuvvetlenmemizi
temin eder. Kuvvetli büyük bir milletin ise ne
kimseden korkusu vardır, ne de muvaffakiyetsizlik
tehlikesi. Şimdi gidebilirsiniz. Kim olduğunuzu
bilmiyorum. Benim bile arada sırada bilmediğim
şeylerle karşılaşmam düşüncesi, hoşuma gidiyor.
Onun için sizi zorlamayacağım.
Lâle, zarif bir selam verdikten sonra dışarı çıktı.
Gece bütün haşmetiyle ortalığa hakimdi. Meşaleler
sönmüş, davullar, zurnalar susmuştu. Sabaha karşı
hucüm başlayacaktı. Hucüm sabahında bulunmak isterdi
ama dökülen kanları, haykırışları, o hengamenin
gürültüsünü duymak ve görmek istemiyordu. Cebinden
saati çıkardı. Esrarlı yelkovanı parmağının ucuyla
biraz ileri itti. Böylece bulunduğu zamandan 336
sene sonrasına geçiverdi.
Lâle bilmediği bir şehrin ortasındaydı. Rastgele
sokaklarda dolaşmaya başladı. Bir ara karşısına
muazzam bir saray çıktı. Bu büyük mimari eseri
görünce nerede olduğunu anladı. Bulunduğu meydana
bir takım insanlar toplanıyordu. Kalabalığın birikmesiyle
haykırışlar koro halini aldı. Halk “Hürriyet istiyoruz.
Kralın istibdadından bıktık. Kahrolsun asiller!”
diye bağırıyordu. Biraz sonra bir dalgalanma oldu.
Bu coşkun sel harekete geçmişti. Lâle de peşlerine
takıldı. Başka bir meydana geldiler. Burada koskocaman
kale gibi bir hapishane vardı. İçinde; haksız
yere hapis edilenlerin, işkence içinde kıvranan
masumların barındığı bir hapishane. Korkunç kalabalık,
asırların rengini koyulttuğu kale taşlarını bir
hamlede yıkmaya başladı.
Lâle, bir ihtilalin içine düşmüştü. Büyük, korkunç
manalı ve yıkıcı bir ihtilal. Halk; zengin asilleri
parçalıyor, mahkemeler, yüzlerce insanın idam
hükmünü beş on dakikada veriyordu. Kadınların,
erkeklerin kafaları bir satırın üstüne diziliyor,
bunların önüne de sepetler konuyordu. Sonra yukardan
bıraktıkları başka bir bıçak, boyunları, taze
çiçek sapları gibi kesiveriyordu. Bunca masum,
bunca günahsız bir tek kelime için can verip duruyordu.
Hürriyet… Halbuki çoğu, bu kelimenin manasını
bile bilmiyordu. Hürriyeti elde edeceklerini zannedenler
onu bu cellat satırlarının altında parçaladıklarını
bilmiyorlardı. Fakat Allah; onlara cezalarını
vermekte gecikmedi. Ahlaksız adamlar, cahil, ehliyetsiz
kimseler hükümetin, devletin başına geçti. Toplanan
vergileri har vurup harman savurdular. Önceleri
zafer kazandılar fakat nihayet sonunda hepsi mağlup
oldu. Zavallı askerler açlıktan, soğuktan ve nihayet
düşman kılıcından mahvoldu. Geride perişan bir
millet, hürriyetin adını ağzına almaktan usanan
bir avuç insan kaldı.
Lâle, bu devirde bir müddet yaşadı. Yapılan işleri,
sarfedilen sözleri dinledi ve bunlara şahit oldu.
Bu devirden ayrılmadan evvel şunları düşünüyordu;
“İnsanlar, insan gibi hareket etmesini, en geç
öğrenen mahluklardır. Bir şeyi iyilikle ve şuurla
istemesini öğrenmedikçe, istedikleri şeyin ne
olduğunu bilmedikçe başları felaketten kurtulmaz.”
Lâle, devirler arasında gezmenin; mesut olması
için kafi olmadığını da düşünüyordu. Zira insanlar
hep aynıydı. Saadet, insanın kendi içindedir diyordu.
Mesele kendi kendini anlayabilmektir. Bunu yapabilen,
her devirde, her yere, her şart altında imkanı
nisbetinde mesut olabilir.
Esrarlı yelkovana yeniden dokundu ve kendisini
rahat, sakin mağara evinde buldu. İhtiyar pir
her zamanki yerine, yumuşak minderin üzerinde
oturmuş, dua ediyordu. Aralık gözleri, kıpırdayan
dudakları ile tebessüm ifadesi taşıyan yüzüne,
sanki nur inmiş gibiydi.
Lâle kapının yanına diz çöktü. Sessizce onun ibadetini
bitirmesini bekledi. Bu haliyle çok memnundu.
Allah’ın yarattığı bütün canlıları sevmek, insanların
fenalığını istemeden, bütün güzellikleri görerek,
hissederek yaşamak istiyordu.
İhtiyar pir bir zaman sonra,
- “Hoş geldin Lâle!” dedi. İlk defa O’na ismiyle
hitap ediyordu. “Geri dönmene çok memnun oldum.
Seni iyi yetiştirdiğimi biliyordum. Şimdi o esrarlı
yelkovanı bana ver.”
Lâle, yerinden kalkarak, saati götürüp ona verdi.
Pirin parmakları saate dokunur dokunmaz birden
ortalığı kesif bir duman kapladı. O kadar ki Lâle,
ne nefes alabiliyor, ne de etrafı görebiliyordu.
Bu hale uzun bir müddet dayanamazdı. Başı döndü
ve olduğu yere yığıldı kaldı. Bayılmıştı.
Uyandığı zaman kendini güzel bir saray odasında
buldu. Duvarlardan biri kâmilen pencereydi. Dışarıda
çok latif bir manzara vardı. Bahar çiçekleri,
ağaçları gelin gibi süslemişti. Uzaktan deniz
görünüyordu.
Tam karşısında genç bir adam ona gülümsüyordu.
Dikkat etti bu hocası idi.
Hocası:
- “Lâle, sana nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum.”
dedi. “Büyü bozuldu. Bir cadı beni yalnızlığa
mahkum etmişti. Artık kurtuldum. Yalnızlıkla beraber
ihtiyarlıktan da.”
O sırada kapı açıldı. İçeri yeşil gözlü, kumral
saçlı güzel bir kız girdi.
Genç adam ayağa kalkarak,
- “Gel şekerim, sana Lâle’yi takdim edeyim.” dedi.
“Bizi kurtaran ve cadının hiddetten ölmesine sebep
olan O’dur.”
Yeşil gözlü, dağınık kumral saçlı güzel kadın
güldü. Sanki onunla beraber bahçeler dolusu gül
açıldı. Gülerken inci dişleri, güneş ışığında
pırıldıyordu. Lâle’nin yanına geldi. O’nu iki
elinden tutup, yanaklarından öptü;
- “Size olan minnettarlığımı nasıl anlatacağımı
bilemiyorum.” dedi.
“Lütfen bir isteğiniz varsa söyleyin, hemen yapmaya
hazırım.”
Lâle bu içten gelen samimi sözler karşısında çok
mütehassis oldu.
- “Teşekkür edecek biri varsa o da benim, dedi.
Asıl sizin bana iyiliğiniz o kadar büyük ki, hissimi
nasıl ifade edeceğimi şaşırıyorum. Sizden de iyiliğinizden
gayrı bir şey istemem. Müsaade ederseniz ben mağarama
döneceğim.”
Sevgili dostlarıyla bir müddet kaldıktan sonra
evine döndü. Durmadan dinlenmeden okudu. Civar
kasabadan çocuklar birgün ormana gelmişlerdi.
Ona rastladılar. Lâle, bu güzel çocuklara tatlı
masallar anlattı, öğütler verdi. Çocuklar da her
zaman onu ziyaret etmek için can attılar.
Galiba bütün masalları Lâle bu çocuklara anlatmış.
Çocuklar da başkalarına. Böylece Lâle hiç unutulmamış.
Çünkü küçükler O’nu da pek çok sevdiler
|