Prens Kardu

Vaktiyle altın saçlı güzel bir prenses vardı. Doğduğu zaman ismini Pınar Sultan koymuşlardı.

Pınar Sultan’ın babasına düşman olan Sihirbaz Kanbur yine aynı gece hemen saraya geldi. Ağzından alevler saçıyordu. Onu görev muhafızlar korkuyla kaçıştılar. Kanbur, pelerinini uçura uçura merdivenlerden çıktı. Doğru bebeğin odasına girdi. Yalvaran kraliçeye aldırmadan yavrucağı kucağına aldı. Geldiği gibi çıkıp gitti. Bunun üzerine bütün ülke mateme büründü.


*
* *


Pınar Sultan’ın ülkesine yakın bir yerde, bir orman vardı. Ağaçları o kadar sıktı ki otların üzerine güneş süzülemezdi. İçinde sevimli kuşlar, yaramaz tavşanlar yaşardı. Bu ormanın kenarındaki kulübecikte iyilik perisi Teyrân oturuyordu.

Rüzgârın ulur gibi estiği korkunç bir gece, Teyrân’ın kapısı güm güm çalındı. Peri, içerden seslendi:

- Kimdir o, bu saatte?

Dışarıda kucağında bir kundak tutan bir adam bağırdı:

- Aç da kim olduğumu anlatayım. Yalvarırım beni dışarıda bırakma.
İyi kalpli Teyrân kapıyı açtı. Tanrı misafirini buyur edip karnını doyurduktan sonra birbiri ardınca sual sormaya başladı.

- Bu saatte ıssız ormanda neden dolaşıyorsun? Derdin nedir?

Adam uzun uzun iç geçirdikten sonra,

- Ah! Derdimi sorma. Kucağımda getirdiğim şu ay yüzlü prensin babasını anasını kılıçtan geçirdiler. O’nu da öldüreceklerdi zor kaçırdım diye anlattı.

- Ne diyorsun? Bu işi hangi alçak yaptı?

- Kim mi? Kralın kardeşi, şu çocukcağızın amcası. Tahta geçmek için. Arkamdan çok kovaladılar ama yetişemediler. Yolda atım yorgunluktan öldü. Yolumu kaybettim. Allah yardım etti de, bu kulübeye rastladım.

Peri biraz düşündükten sonra;

- Senin ismin ne? Diye sordu.

- Sadık.

- Sadık, şimdi beni iyi dinle. Kötülük yapanlara çok kızarım. Çünkü ben iyilik perisiyim. İhtiyarladığım için eskisi kadar dünyayı dolaşamıyorum. Bu yüzden kötülük aldı yürüdü.

Bundan sonra sen benim yanımda kalacaksın. Prens Kardu’yu ben büyüteceğim. Ona bazı sırlar öğretmeyi de istiyorum. Babasının intikamını ilerde almalı.

Aradan seneler geçti. Prens Kardu büyüdü. Son derece yakışıklı, bilgili ve iyi bir delikanlı olmuştu. Artık zamanın geldiğini anlayan Teyrân O’na kim olduğunu ve ne yapması gerektiği anlattı.
Sonra O’nu odasına götürüp, daima kilitli olan eski sandığı açtı. Sandığın dibinden bir kılıç, bir kese, bir bronz kutu çıkardı ve bunları verirken delikanlıya şöyle dedi:

- Bu kese, altınla doludur. İyilik yolunda olmak şartıyla ne kadar harcarsan içindeki para bitmez.

Kılıç ise, bir vuruşta onbin kişiyi birden keser. İnşallah hiç kullanmazsın.

Şimdi bronz kutuyu açıyorum. Ortasındaki yeşil zümrüte bak. Onun ışığı sihirlidir. Kimin gözü bunu görürse her türlü hastalığı iyi eder. Hiçbir sihir ona tesir etmez. Her kötülüğü cezalandırabilir. Şimdi yolun açık olsun. Taşıdığın asalete lâyık olmaya çalış. Gidip uşak olma. Haydi yavrum!

Prens Kardu, Teyrân’ın elini öptü. Sadık’la vedalaştı ve yola koyuldu.
Az gitti uz gitti. Öğle güneşinin aydınlattığı büyük bir ovaya geldi. İki ordu çarpışıyordu. Gitti, askerlerden birini yakalayıp sordu:

- Niçin burada harp oluyor?

Asker cevap verdi; “Efendim, her iki taraf da bu memleketin kendilerine ait olduğunu idda ediyor.”

Kardu, yüksek bir taşın üzerine çıkıp, “Durun!” diye bağırdı. Sesi zümrüt ışığının tesiriyle olacak gök gürültüsü gibi patladı. Her iki taraf da korku ile dona kaldılar.
Kardu: “Her iki ordunun kumandanı yanıma gelsin!” dedi.
Çaresiz kumandanlar prensin yanına gittiler. Büyülenmiş gibi O’nun emrini yapıyorlardı.

Kardu:
- Önce sen söyle bakalım, neden harp ediyorsun? Diye sordu.

Komutan kekeledi:
- Prensim, benim milletim büyük. Hükümdarım haşmetli. Bu toprak güzel, verimli, zengin. Kuvvetli olduğumuza göre buranın sahibi sayılırız. Şu kendini bilmezlere söyledik: “Ya yerinize terk edin ya da esirimizin olun, sizi çalıştıralım.” Diye, dinletemedik. Şimdi siz söyleyin haksız mıyız?

Kardu kaşını çattı: “Pekala şimdi seni dinleyeceğim.” Diyerek öteki komutana döndü.

Adamcağız şöyle konuştu:

- Burası benim memleketim. Dedelerimin mezarı burada, doğup büyüdüğümüz yer burası. Mâbetlerimizin hepsi burada; insanlığımızı biz burada öğrendik. Biz vatanımızı vermeyiz. Azlığız, fakat esir olmaktansa ölünceye kadar savaşırız.

Prens Kardu ötekine bakarak:

- Haydi bakalım ordunu topla memleketine dön. Yüzüme bakma öyle… dedi.

Bunun üzerine kuvvetli ordunun kumandanı küstahlaştı;
- Sen de kim oluyorsun? Evet sesin korkunç ama ben korkmam. Bu kadar kuvvetliyken geri çekilecek adam mıyım ben!

Kahraman prens kızdı. Kılıcını çekti ve;
- “Madem ki başkalarının yaşama hakkını almak istiyorsunuz o halde insan değilsiniz. Hayvan bile olamazsınız. Çünkü hayvan ancak karnını doyurmak için bunu yapar. O halde size haddinizi bildirmek gerek.” Dedi. Kılıç sihrini göstermişti.

Biraz sonra düşmanlar arkalarına bile bakmadan kaçtılar.
Kardu da kalması için tüm ricalara rağmen yoluna devam etti.
Güneş, dağların arkasındaki sarayına çekildiği vakit, Prens yeni bir ormana gelmişti. Bir ağacın altında karnını doyurdu ve bir dala tırmanıp, düşmeyecek şekilde yattıktan sonra uyuyuverdi.
Vaktin epeyi ilerlediği bir saatte aşağıdan gelen seslerle uyandı. İki adam ateş yakmışlar, ellerini ısıtıyorlar ve sohbet ediyorlardı.

- Ya! İşte böyle azizim. Haa! Aklıma gelmişken sana çok şaşıracağın bir haber vereyim. Hani senelerce evvel Sihirbaz Kanbur, Pınar Sultan’ı kaçırmıştı, hatırladın mı? O kız bir güzel olmuş bir güzel olmuş ki, anlatmama imkân yok. O altın saçların parıltısı, o lâcivert gözler, o…

- Dur yahu! Nefes al. Makine gibi konuşma! Söyle bakalım o kızcağızı nerede gördün? Koca memleket hâlâ yas tutuyor.

- Şimdi anlatmak uzun sürer.

- Uzun etme!

- Peki peki söyleyeyim. Geçenlerde ormanın denize bakan koruluğuna gittim. Çalışmaya dalmıştım. Bir ara kulağıma su şırıltısından daha tatlı bir ses çalındı. Bir kız şarkı söylüyordu. Sesin geldiği tarafa gittim. Ve onu gördüm. Bir eşi cennette bile yoktur. “Güzel kız adın ne?” diye sordum. “Pınar Sultan” dedi. Ve arkasından telâşla: “Aman kaçın!Büyücü Kanbur neredeyse gelir. Sizi görmesin.” Diye mırıldandı. Tabii selameti kaçmakta buldum.

- Sen de amma korkakmışsın.

- Ne korkağı? Korkak olmasına değilimdir. Ancak karşımdaki düşman, silahşör değil, büyücü… Onu yenmek için insana sihrinin tesir etmemesi lazım. Yoksa benim gibi yüreğinde cesaretinden başka bir şeyciği olmayan kabadayılar ona kafa tutamaz.

Kardu, ağacın dalı üzerinde derin bir düşünceye dalmıştı. Acaba şu ismi geçen kızı kurtarabilir miydi? Madem ki fenalık karşısında ıstırap çekenler vardı. Fazla düşünmemeliydi. Hemen aşağıya atladı.
Adamcağızların neredeyse ödleri patlayacaktı. İçlerinden biri baltasını kapmaya çalışıyordu. Prens, yumuşak bir sesle;

- Korkmayın. Ben de sizin gibi bir yolcuyum diye konuştu. Ağaca çıkmıştım. Sesinizle uyandım. İstemeyerek konuşmalarınızı dinledim.

Pınar Sultan’dan bahsediyordunuz. Yardıma muhtaç olduğunu öğrenince dayanamadım. Büyücünün yerini sizden öğrenmek istiyorum.

Adamlar Kardu’nun efendiliğine hayran kalmışlardı. O’na yardım etmeye karar veriler.

Birisi:

- Sabahleyin yola çıkarız. Fakat Kanbur’un şatosunu ancak uzaktan gösterebiliriz, dedi.

Kuşlar uyandığı zaman onlar, hazırlıklarını bitirmişler, yola revan olmuşlardı. Nihayet yüksek ağaçların gölgelediği, hafif rüzgârların tatlı tatlı estiği bir yere geldiler. Uzaktan büyücünün evi görünüyordu. Adamlar Kardu’dan ayrılmışlardı.

Prens şatonun bahçesine gelince durakladı. Ömründe böyle hoş bir bahçe görmemişti. Havuzlar, taştan heykeller, çiçekler… Birden arkasında hafif ayak sesleri duydu. Karşısında güneş ışığından daha parlak, daha canlı bir kız duruyordu. Delikanlı:

- Siz Pınar Sultan’sınız değil mi? Diye sordu.

- Evet efendim. Büyücü Kanbur’un esiri Pınar Sultan. Bahçenin hududunu geçersem bayılırım. Bir daha beni kimse diriltemez.

Kardu gülümsedi,

- Korkmayın gelin benimle. Ben bu sihiri bozabilirim. Sizi babanızın sarayına iade etmek istiyorum. Kendimi de tanıtayım. İsmim Kardu.
Nedense kendinin bir prens olduğunu söylemek istememişti. Sanki bunda bir övünme payı varmış gibi. Öyle ya bir prensin alelâde insandan ne farkı vardı? Mesele iyi insan olmaktı, yoksa ünvanın kıymeti yoktu.

Yan yana bahçenin nihayetine doğru yürümeye başladılar. Aniden başlarını üzerinde korkunç bir kahkaha işittiler. Pınar Sultan korkudan sapsarı oldu. Kanbur iğrenç bir şekilde uzun uzun gülüyordu. Nihayet sustu. Baykuş gözlerini Kardu’ya dikerek:

- Budala yabancı, nasıl olur da bana ait bir esiri kaçırmaya cüret edersin? Diye bağırdı.

- Sen bir sultanı nasıl esir etmeye cüret ettinse… diye genç Prens cevap verdi.

- Bu ne küstahlık böyle. Çabuk taş ol.

Kardu alayla güldü:
-Ne o insanları taş yapmaya pek meraklısın galiba!

- Sana taş ol diyorum!

- Boş yere nefes tüketme Kanbur. Ben Sultan’la gidiyorum. Yol ver de geçelim.

Kanbur nihayet karşısında ne biçim bir insan olduğunu anladı. Fakat artık düşünemeyecek kadar kızmıştı. Hançerini çekip kızcağızı öldürmek istedi. Fakat Kardu daha evvel kılıcı ile hançere vurdu. Kılıç sihirli olduğu için, çok uzamış, büyücünün kafasını da kesivermişti. İşte bu anda ortalığa derinden derine bir musikî yayıldı. Bahçedeki heykeller dirildi. Kafeslerini parçalayan kuşlar insan oldular. Büyücünün fenalıkları bir bir bozuldu. Nihayet Kardu, Prenses’le birlikte kendilerine ağlayarak teşekkür eden insanlara vedâ ettiler.
Pınar Sultan’ın memleketine geldikleri vakit hava kararmak üzereydi. Muhafızlar saraya kimseyi yanaştırmıyorlardı. Fakat Kardu onlara yanındaki kızın Pınar Sultan olduğunu ve mutlaka hükümdara çıkmaları lâzım geldiğini anlattı. Biraz sonra Kral kapılara kadar geldi. Onlar’ı karşıladı. Kızını alnındaki benden tanımıştı. Ağlıyor, gülüyor evlâdını öpücüklere boğuyordu. Kraliçe sevinçten bayılmıştı.

Ertesi sabah Kral’la Kraliçe Kardu’yu taht odasına kabul ettiler. Kral:

- “Dile benden ne dilersen?” diye sordu.

Prensin bir şeye ihtiyacı yoktu. Fakat hükümdarlar ısrar ettiler. O da nihayet cevap verdi:

Madem ki dilememi istediniz o halde güzel Prenses’le evlenmeme müsaade ediniz.

Kral:
- Oğlum, hazinemi isteseydin verirdim, diye O’na cevap verdi. Ancak ne idüğü belirsiz adama ben kızımı veremem.

Kardu bir şey söylemedi. Söylemek istemedi ve başı önünde çıktı gitti. Arkasından seslendiler; fakat dönüp bakmadı bile. Kardu üzgün, kafası düşüncelerle dolu, az gitti uz gitti. Bir öğle vakti bir kasabaya geldi. Meydanda gördüğü kalabalığın sebebini merak edip birisine sordu:

- Niye burada birikmişler böyle?

- Efendim, köyün kunduracısı bir zamandır yürüyemiyor. Halbuki bacakları sağlam. Bu yüzden çalışamadığı için annesine de yük oldu. Kadıncağız oğlunu hava alsın diye getirmiş. Eş dost etrafını aldılar. Konuşuyorlar. Kalabalık ondan.

Kardu, kunduracanın yanına gidip,
- Senin neyin var? Diye sordu.
Herkes bir yabancının ilgilenmesi üzerine susmuş merakla bakıyorlardı.

Kunduracı,
- Benim hiçbir ağrım sızım yok. Fakat yine de yürüyemiyorum, diye cevap verdi.

Kardu,
- Gözlerimin içine bak, dedi.
Gözlerinde yemyeşil sihirli bir ışık parlıyordu. Kunduracının başı döndü. Gözleri kamaştı. Başka bir dünyada yaşıyor gibiydi.

Kendisine hakim olan tek şey Prensin sesiydi,
- Haydi kalk yürü. Korkma eskisi gibi yüreyeceksin. İnan bana.
Kunduracı halsizce yattığı yerden doğrulup ayağa kalktı. Ses devam ediyordu. “Yürü. Yürüyeceksin diyorum sana.” Evet yüreyecekti ve yürümeye başladı. Gözünden sevinç yaşları akıyordu.

- Yürüyorum hem de eskisi gibi! Diye bağırdı.

Birden halkın şaşkınlığı geçti. Aralarından biri, “Bu adam büyücü, kaçın kurtulalım ondan.” Diye haykırdı. Hakikaten hepsi kaçtılar. Bacakları iyi olan adam dahi kaçmıştı. Meydan bomboş kaldı.
Prens Kardu acı acı güldü. İnsanlara iyilik yapmak ne kadar zordu. Evet iyilikten anlamıyorlardı. Fakat buna rağmen iyilik yapmak lazımdı. Hakiki insan olmak için, bu şarttı. Yoluna bu düşüncelerle devam etti.

Birgün sonra büyük bir şehre gelmişti. Bu şehir babasının vaktiyle hükümdarlık yaptığı yerdi. Şimdi hain amcası baştaydı. Kardu’nun ilk işi bir hana gidip yatmak oldu. Pek yorgundu.

Erkesi sabah gözüne gelen güneş O’nu uyandırdı. Hemen giyinip sokağa çıktı. Caddelerden geçerken evlerin harap, insanların kılıksız olduğunu gördü. Bir köşede ufacık zayıf bir oğlan çocuğu kaldırıma oturmuş içli içli ağlıyordu. İçi acıdı. Yanına sokulup biçarenin kıvırcık saçlarını okşadı.

- Küçüğüm niçin ağlıyorsun?

- Açım.

- Senin annen, baban yok mu?

Çocuk hıçkırarak cevap verdi.

- Onları askerler öldürdü.

- Niye bir suç mu işlemişlerdi?

- Ne suçu? Askerler vergi istiyorlardı. Halbuki bu sene mahsul iyi olmadı. Babam bir şey vermeyince onu dövdüler. O kadar dövdüler ki nihayet yere yıkıldı ve bir daha kalkamadı. Bunun üzerine annem elindeki ekmek bıçağıyla birine vurdu. Anacığımı alıp gittiler. Evi de yağma ettiler. Ben böyle sokakta kaldım. Herkes aç. Onun için bana bakacak kimse yok.

Kardu kesesini açıp içinden bir avuç altını oğlancığa verdi. Zavallıcık gözlerine inanamadı. Teşekkür bile etmeden doğru fırına koştu.
O gün Kardu herkese para verdi. Açları doyurdu. Çıplakları giydirdi. Hastaları iyi etti. Ertesi gün de doğru saraya yollandı. Muhafızlar O’nu içeri bırakmak istemediler. Fakat gözlerinde parlayan sihirli yeşil ışıklara mukavemet edemiyorlardı. Hepsi geri geri çekilip yol verdiler. Bu suretle Prens Kardu kimseyle konuşmadan Kral’ın odasına kadar girdi.

Kral arkası kapıya dönük oturuyordu. Başını çevirmeden:

- Sen mi geldin İntikam? Diye sordu.

İçeri girenin başkomutan olduğunu sanmıştı.

Kardu alaylı bir sesle:
- Evet amcacığım intikamın ta kendisi geldi diye cevap verdi. Kral kamçılanmış gibi döndü. Karşısında, öldürdüğü kardeşine çok benzeyen yeğenini görünce korkudan dili tutuldu. Aklı başına gelir gelmez:

- Muhafızlar! Diye gürledi. Bir anda içerisi, ağzına kadar askerle dolmuştu.

Kral:
- Çabuk şu serseriyi yakalayın! dedi.
Fakat bu emre rağmen kimse yerinde kıpırdayamıyordu. Odayı yeşil sihirli bir ışık kaplamıştı. Kardu dudaklarında müthiş bir tebessümle, susuyordu. Nihayet emretti.:

- Gidin bir tellâl bağırtın. Ahali sarayın önünde toplansın.

Adamlar söyleneni hemen yaptılar. Zira başka türlü hareket etmek ellerinden gelmiyordu. Kral ise deli gibiydi. Ne yapacağını bilemiyor, ulur gibi bağırıyor, çağırıyordu.

Biraz sonra halk sarayın önüne toplanınca Kardu,

- “Balkona çık.” Diye amcasına emretti. Ve o itiraz etmedi. Halk merakla susuyordu. Kimse Kral’ı alkışlamadı. Kardu’yu görünce tanıdılar. Yüzleri memnuniyet tebessümüyle aydınlandı.

Kardu,
- “Ey ahali! Diye sözüne başladı. “Vaktiyle babam bu memleketin hükümdarıydı. Bu gördüğünüz, onun alçak kardeşi, beni câni amcamdır. Ben bebekken tahtı eline geçirmek için babamı ve annemi öldürdü. Beni de boğazlayacaktı. Fakat sadık bir hizmetkâr buna engel oldu. Beni kaçırdı. Şimdi sizin önünüzde O’na soruyorum. Söylediklerim yalan mı?

Sahte kral mahvolduğunu anlamıştı. Buna rağmen “Yalan” diye bağıramıyordu. Sihirli ışık mâni oluyordu buna. Cevap verdi:

- Evet hepsi doğru!

Büyük bir gürültü koptu. Halk sakinleşince Prens Kardu sözüne devam etti.:

-İsterseniz bu adam eskisi gibi Kralınız olsun. Halkın isteği Hak’kın isteğidir. Ben taht üzerindeki hakkımı size bırakıyorum.

Ahali çılgın bir sevinçle hep bir ağızdan bağırdı:

- Yeni hükümdarımız sensin! Senden başkasını istemeyiz! Bu gürültüler arasında Kral hançerini gizlice çekti. Ve Prens Kardu’ya indirdi. Ancak bıçak sadece kendi kalbine saplandı.
Prens Kardu hükümdar olduktan sonra hazinedeki altınları, depolardaki yiyecekleri halka dağıttı. Haksız yere hapishanelere atılan bütün insanları serbest bıraktı.

Aradan bir yıl geçmişti. Kardu’nun ülkesi dünyanın en güzel, en mesut memleketi olmuştu. Birisinin derdi olsa saraya babasının evi gibi girer, Kral ile kardeşiymiş gibi konuşurdu. Ama Kardu’nun bir derdi vardı ve kimse bunu bilmiyordu. Kral Kardu, Pınar Sultan’a âşıktı. Buna rağmen babasına o kadar kırılmıştı ki kızı gidip istemeye cesaret edemiyordu.

Birgün işlerini bitirmiş derin bir üzüntüyle otururken omzuna bir el dokundu. Yaşlı iyilik perisi Teyrân karşısında gülümsüyordu.

- Evlât epey iş başardın, diye konuştu. Doğrusu ihtiyarlık günlerin rahat içinde geçti. Ama sen yalnız birisine iyilik yapmadın.
Kardu endişeyle sordu;

- Kimdir o? Haberim olmadı… Yoksa mutlaka elimden geleni yapardım.

- Kim olacak sen. Bari ben sana yapayım o iyiliği. Şaşma evlât. Pınar Sultan’ı babasından istettim. O da razı oldu. Senin gibi şanlı ve adil bir hükümdara kız verilmez mi? Kusura bakma sana danışmadım. Uzun etmeyeyim. Düğün yapıldı bitti. Birazdan Pınar Sultan buraya gelecek.

Kral Kardu, afallamış, sevinmiş, ne yapacağını şaşırmıştı. Uçar gibi merdivenleri indi.

Pınar Sultan’ın yüzünde kalın bir peçe vardı. Başı önüne eğikti. Kardu’ya bakmadı bile. Seviçten ne diyeceğini bilemeyen zavallı Kral, O’nun bu halinin farkına varmamıştı. Nihayet O’nu alıp en süslü salona götürdü. O zaman Sultan’ın durmadan ağladığını anladı. Ne kadar üzüldüğünü tahmin edersiniz. Perişan bir sesle:

- “Niçin ağlıyorsunuz Kraliçem?” diye sordu.

Pınar Sultan,
- “Kusura bakmayın ben sizi sevmiyorum. Babam beni size zorla verdi.” Dedi ve “Ben Kardu adında bir genci seviyorum. Çok yiğitti. Fakat babam O’nu fakir ve ünvansız diye kabul etmedi. Beni afedersiniz sanıyorum.” Diye devam etti. Kızcağız Kardu ile evlendiğinin farkında değildi. Başı önünde, dünyayı gözü görmez bir şekilde ağladığı için hâlâ da farkına varmamıştı. Kralın üzüntüsü birden geçti. Büsbütün mesut oldu. O kadar ki söyleyecek söz bulamadı.

Nihayet Pınar Sultan “Ne oluyor?” diye başını kaldırıp Kral’a baktı ve tabii hayretten dili tutuldu. Sevdiği gençle evlenmişti. Kardu bir kraldı. Hem de dünyanın en iyi, en adil, en yakışıklı kralı!

Masalın arkasını artık anlatmıyoruz. Onlar ermiş muradına, gökten bir elma düştü, yarısı sana yarısı bana.

   
     
MASALLAR
Prens Kardu
Sihirli Gölün Masalı
Sırmalı Örtü
Canlanan Resimler
Altın Kalem Masalı
Bahar ve Sihirli Şarkı
Bir Gökyüzü Masalı
Esrarlı Yelkovan
Sihirli Ayna

© 2005 Işık Sükan - Her Hakkı Saklıdır. İzin almadan çoğaltılamaz ve kopyalanamaz.
Bu site bir Bora Döken tasarımıdır.