Bahar ve Sihirli Şarkı

Vaktiyle çok zengin bir tüccarın birbirinden güzel üç kızı vardı. Bu güzel kızlar, orman kadar geniş bir bahçenin ortasında yükselen, mermer bir sarayda otururlardı. Mermer Saray’ın etrafında büyüklü küçüklü havuzlar vardı. Havuzların içinde de kırmızı balıklar… Bahçe rengarenk güllerin kokulu havasıyla doluydu. Onun için, kuşlar yuvalarını hep güllerin arasında yaparlardı.

Günlerden bir gün; üç güzel kız bahçeye çıktı. Birbirleriyle şakalaşıyor, tatlı kahkahalar atıyorlardı. Bir ara, içlerinden en büyüğü, ortanca kıza;
- “Nilüfer” dedi. “Bak artık büyüdük. Belki yakında birer yuva sahibi olacağız. Sen nasıl bir kimseyle evlenmek istersin?”
Durgun sularda nazlı nazlı yüzen nilüfer çiçeği kadar güzel olan kız cevap verdi;
- “Nasıl mı? Benim evleneceğim adam zengin, asil, yakışıklı ve şöhretli bir prens olmalı. Peki ya sen nasıl biriyle evlenmek istersin Meylân?”
Manolyalar kadar beyaz yüzlü kız, simsiyah parlak saçlarını arkaya doğru iterek;
- “Aynı fikirdeyim, canım.” dedi.

Sonra ikisi birden küçük kız kardeşlerine döndüler. Bu kız belki Onlar kadar güzel değildi; ama ceylân gözleri o kadar masum, o kadar manalı idi ki… Kırmızı karanfile benzeyen dudaklarında bir tebessüm belirdi.
- “Benim fikrimi mi öğrenmek istiyorsunuz?” diye sordu. “Onu ben değil, Allah biliyor.”

Ablaları kıkır kıkır güldüler. Yüzlerinden alaycı bir gülümse geldi geçti. Sonra bir havuzun kenarına oturup ellerini, yaz güneşinin ısıttığı havuza daldırdılar. Küçük kız ise, ellerini geniş eteğinin ceplerine sokarak, ağır adımlarla, gül fidanlarının arasında dolaşmaya başladı. İsmi Bahar’dı. Tatlı bir meltem kumral saçlarıyla oynuyordu. Küçük kız, ablalarının dudak bükmesine çok üzülmüştü. Dalgın dalgın bir yaprak kopardı. Küçük, zarif parmaklarıyla onu büktü. Birden rüzgâr, uzaklardan gelen bir şarkıyı onun kulaklarına ulaştırıverdi. Son derece latif bir ney sesi, ne dediği pek anlaşılmayan son derece güzel bir insan sesiyle birleşiyor, adeta Bahar’ın nefesini kesiyordu.
Bahar, olduğu yerden bir zaman daha, bu sesi dinledi. Şarkının kelimeleri de yavaş yavaş belli olmaya başlamıştı. Kelimeler “Bahar, Bahar!” sözlerinden ibaretti.

Küçük kız, şaşkın, tılsımlı şarkının geldiği tarafa doğru yürümeye, daha sonra koşmaya başladı. Nefes nefese kalmıştı. Ormanın dışına çıkmış, evinden çok uzaklaşmıştı. Kulakları kendi ismini tekrarlayan şarkıdan başka şey işitmez olmuştu. Düşünmüyordu. Bütün arzusu şarkının söylendiği yere gitmekti.

Yavaş yavaş güneşin renkleri soldu. Alacakaranlıktan sonra ansızın gece bastırdı. Bahar, elbisesi çalılara takılıp hırpalanmış, saçları dağılmış, perişan, kâh koşuyor, kâh hızlı hızlı yürüyordu. Nihayet yorgunluktan harap bir halde, olduğu yere, otların üzerine düştü. Bayılmıştı.

Mehtap ormanın üzerinde iyice yükseldiği zaman ağaçların arasında yakışıklı esmer bir genç görüldü. Doğruca kızın yanına gelip üstüne eğildi. Yavaşça;
- “Bahar! Bahar!” diye seslendi.

Kız cevap vermeyince itina ile O’nu yerden kaldırdı. Biraz ilerde yükselen Zümrüt Saray’a götürdü. Sarayın hizmetkarları göze görünmediği halde, çok iyi hizmet ettikleri belliydi.

Bahar, sabahın ilk ışıklarıyla uyandığı zaman kendisini son derece zarif döşenmiş bir odada buldu. Her şey yeşil renkteydi. Hayretle yerinden doğruldu. Sırtında zümrüt işlemeli bir esvap vardı. Odasından çıktı. Sarayı gezmeye başladı. Etrafta kimse görünmüyordu. İçine girmek istediği odaların kapıları kendiliğinden açılmaktaydı. Dünyanın her tarafından gelmiş eşyalar fevkâlade güzeldi. Kızın karnı acıkınca hafif bir şarkı işitildi. Bu tatlı nağmeler yemek odasından geliyordu. Bahar, sesin işitildiği salona girdi. Yeşil örtülü bir masanın üzeri, akla gelebilecek her türlü yiyecekle doluydu.

Genç kız böylece akşama kadar gezdi. Acıkınca kurulan sofralarda karnını doyurdu. Nihayet gece ile beraber uykusu da geldi. Odasına gidip yattı. Her zamanki gibi dua etmeyi unutmamıştı.

Gece yarısı oda garip bir ışıkla aydınlandı. İçeri esmer ve son derece yakışıklı bir genç girdi. Bahar’ın uykusu hafifti. Sıçrayarak uyandı.

Yabancı, gülümseyerek;
- “Korkma Bahar!” dedi. “Benim ismim İlyas’tır. Dün ablalarınla konuşurken verdiğin cevabı, sabah meltemi bana getirdi. Çok beğendim. Seninle evlenmek istedim. “Evet” dersen, hakiki saadete erişeceğim.”

Kızcağız bir an durdu. “Nasibim buymuş demek.” diye düşündü ve,
- “Evet.” dedi. “Kabul ettiğime göre bundan sonra benim eşim sizsiniz. Eğer münasebetsiz bir meraka kapıldığımı düşünmüyorsanız bana kim olduğunuzu anlatır mısınız?”

İlyas, yeşil kadife koltuklardan birine rahatça oturdu. Gözlerinde derin bir şefkat vardı. Güzel, tesirli sesi ile konuşmaya başladı.
- “Pekala Bahar. Sana kim olduğumu anlatayım.”

Bundan tam dört bin sene evveldi: Suy isminde bir arkadaşımla beraber kendi halimizde yaşayıp gidiyorduk. Bir gün uzak ülkelerden bir âlim geldi. Bütün gençler onun anlattıklarını dinleyebilmek için yanına gittik. Bu adam bize Azu Dağları’ndan ve bu dağların arasında uzayıp giden büyük bir çölden bahsetti. Anlattığına göre bu çölün tam ortasında bir vaha varmış. Bu vahada kırmızı çiçekler açan pek nadir bir ot yetişirmiş. Her kim bu çiçeklerin ortasında bulunan bal özünü emerse, sonsuz hayata erişirmiş. Biz bunu duyunca dağları, çölü ve kırmızı çiçeği aramak için yollara düştük. Bizimle beraber birçok gençler de yollara düştü. Ama, yol yorgunluğuna, hastalığa, açlığa dayanamadılar. Kimisi geri döndü, kimisi ölüp gitti.
Suy ile ben yolumuza devam ettik. Suy bir gün hastalandı. Ve kollarımın arasında can verdi.

Aylar sonra dağları bulabildim. Uzun maceralardan sonra da çölü…
Vaha’ya geldiğim vakit perişandım. Buna rağmen sonsuz hayata kavuşacağıma inanıyordum. İnandığım oldu. Vahada kırmızı çiçek tarlasına rastladım. Bal özlerini toplayıp, yedim. Sonra kendimden geçmişim. Ayıldığım vakit yanımda nur yüzlü bir ihtiyar gördüm. Bu adam bana, Allah’ın iyi bir kulu olduğumu söyledi.
Bir çift kanatlı ayakkabı verdikten sonra,
- “Evladım” dedi. Bu günden itibaren denizlerde yardıma muhtaç olan kimselerin yardımına koşacaksın.”

İşte o zamandan beri, denizlerde kim sıkıntıya uğrarsa, karşısında beni bulur.”

Bahar, İlyas’ın anlattıkları heyecanla dinlemişti. Sordu;
- “Pekala, ben babamı ve kardeşlerimi özlersem Onlar’ı nasıl görebileceğim? Kimbilir beni ne kadar merak etmişlerdir!” dedi.

İlyas;
- “Onlar’ı ne zaman görmek istersen gelip seni ziyaret ederler. Sen merak etme.” dedi.Böylece Bahar, İlyas’la evlendi. Beraberce mesut yaşamaya başladılar. İlyas bazen günlerce, gecelerce Zümrüt Sarayı’na gelmiyordu.

Nihayet genç kız, kardeşlerine karşı, dayanılmaz bir hasret duymaya başladı. Artık sarayda hiçbirşey O’nu avutamıyordu. Bir gün, yine bahçeye çıktığında,

- “Nilüfer, Meylân nerelerdesiniz, ne yapıyorsunuz?” diye seslendi.
Bu sesleniş sonsuz güzellikte bir şarkı oluverdi. Mermer sarayda oturan ve gezinen ablaların kulağına ulaştı. Tılsımlı şarkı durmaksızın Onlar’ı çağırıyordu. Bir vakitler Bahar’ın kapıldığı gibi Onlar da şarkının büyüsüne kapılıp, Zümrüt Saray’a kadar geldiler.

Bahar, ablalarını derin bir sevinç ve heyecanla karşıladı. İlk anlarda Onlar da kardeşlerini görmekten çok memnun olmuşlardı. Fakat Zümrüt Saray’ın güzelliği ve debdebesi çok geçmeden Onlar’ı kıskandırdı. Bu hislerini belli etmemeye çalışarak, Bahar’ın başından geçenleri dinlediler. Babaları çıkmış olduğu seyahatten henüz dönmediği için küçük kızının evlendiğinden haberi yok sanıyorlardı.

Bunu bahane ederek, küçük kardeşlerini azarladılar.
- “Bahar, babamdan habersiz nasıl evlendin?” diye sordular.

Bahar gülerek,
- “Kocam, babama meseleyi anlatmış.” Dedi. O da izin vermiş. Habersiz değil.”

Kızlar şaşkınlıkla birbirlerine baktılar, Meylân;
- “Fakat nasıl olur? Babam çok uzak bir memleket olan Çin’e gitti.” diye O’nu susturmak istedi.

Bahar:
- “Ziyan yok.” Dedi. “O her yere büyük bir süratle gidebiliyor.”
Ve sözlerine devamla,

- “Babam haber göndermiş; kendisi gelinceye kadar Beyaz Saray’a kimseyi kabul etmeyeceksiniz.” diye ilave etti.

Meylân ve Nilüfer iyiden iyiye öfkelenmişlerdi. “Bu da ne demek oluyor?” diye içlerinden söylendiler. Can sıkıntısından patlayacak hale gelmişlerdi. Bir de pek nadir gelen misafirlerden kendilerini mahrum ederlerse halleri ne olacaktı?

Fakat tabii, bunları açığa vurmadılar. Akşama doğru küçük kardeşlerine veda edip, eve döndüler. Yorulmamaları için Bahar Onlar’a bembeyaz atların çektiği yeşil bir araba vermişti.
Kızlar eve döner dönmez aralarında kardeşlerini çekiştirmeye, O’nu kötülemeye başladılar. Kendilerine yapılan haksızlıktan dolayı şikayet edip durdular. Nihayet konuşmaktan yorulup, yatmaya karar verdikleri bir sırada sarayın mermer kapısı tak tak çalındı. Kızlar heyecanla merdivenlerden aşağı koştular. Kendilerine gönderilen haber bir kulaklarında girip, öbür kulaklarından çıkmıştı. Hizmetkarların kapıyı açmalarına meydan bırakmadan, gelenlerin karşısına kendileri çıktılar. Orada gayet yakışıklı iki prens duruyordu.

İçlerinden birisi;

- “Eğer sizi rahatsız etmezsek geceyi evinizde geçirmemize müsaade buyurur musunuz?” diye sordu.

Kızlar bir ağızdan;

- “Elbette efendim. Buyurunuz, sizi ağırlamakla şeref duyarız.” diye cevap verdiler.

Tabii prensler bu halden son derece memnun kalmışlardı. Kendilerini Kasad ve Casad olarak takdim ettiler. Sonra beraberlerinde bulunan seyisleri için de birer yer olup olmadığını sordular. Buna da “Evet!” cevabını aldılar.

Bir gece geçirmek için misafir olan prensler sarayı rahat ve güzel buldukları için uzun zaman misafir kaldılar… Bir gün Prens Kasad Meylân’a evlenme teklif etti. Meylân, bu yakışıklı, şöhretli ve zengin prensin teklifini hemen kabul etti. Aradan çok geçmeden prens Casad da Nilüfer’e aynı teklifi yaptı. O da bu teklifi kabul etti. Böylece Beyaz Saray’da çifte düğün oldu. Kızlar babalarının tenbihlerini tutmadıklarından başka, ondan habersiz evlenmekte de hiç zarar görmemişlerdi. Bahar’ı da davet etmediler.

Aradan bir hayli zaman geçti. Prens Kasad, Meylân’a O’nu kendi memleketine götüreceğini söyledi. Anlattığına göre babası ölmek üzereydi. Meylân kraliçe olacaktı.

Prens Casad da aynı hikayeyi Nilüfer’e anlattı. O’nun da babası ölmüştü. Memleketine döner dönmez kendisi kral, Nilüfer de kraliçe olacaktı.

Böylece prensler, güzel kızları kandırarak yola çıkmaya ikna ettiler. Yalnız, saraydan ayrılırken, yükte hafif, pahada ağır ne var ne yok bütün eşyayı kızların çeyizi olarak alacaklardı. Tabii, kraliçeler namlarına yakışan zenginlikte olmalıydılar. Böylece krallar ve kraliçeler yollara koyulmakta gecikmediler. Az gittiler, uz gittiler nihayet engin bir denizin sahiline vardılar. Burada bütün eşyaları, lâciverte boyanmış güzel bir gemiye yerleştirdiler ve pupa yelken denize açıldılar.

Bahar’cık, Zümrüt Sarayı’nda otururken, ablalarının kendisini ziyarete gelmeyişinden endişeye düşmeye başlamıştı. Bahçeye çıkıp;

- “Meylân, Nilüfer niçin gelmiyorsunuz?” diye seslendi. Bu sesleniş sihirli bir şarkı olup, artık bomboş olan Mermer Saray’ın duvarlarında akisler bıraktı. Sonra yankılandı, yankılandı, kelimeler değişti. Sihirli şarkı Bahar’ın kulağına aksi sada halinde geri döndü. Ama, sihirli şarkı, ablalarının macerasını O’na anlatıyordu bu sefer.

Zavallı kızcağız ne yapacağını şaşırdı. İlyas şimdi gene kimbilir hangi açık denizlerde, fırtınaya tutulanların yardımına koşmuştu. Yapayalnızdı. Ablalarının başına bir felaketin geleceğini hissediyor, fakat ne yapacağını bilemiyordu.

Çaresizlik içinde düşünürken göze görünmeyen hizmetkarlardan biri fısıldadı: “Benimle geliniz.” Hava kararmıştı. Bahar, korkuyordu. Fakat sese itaat etti. Beyaz atların çektiği zümrüt bir araba, sarayın önünde durunca hemen içine atladı. Araba gidiyordu. Hem de yıldırım gibi. Fakat Bahar, nereye gittiğini bilmiyordu. Korkusu geçmişti. İçinde sarsılmaz bir iman vardı. Bu imanla bütün kötülükleri alt edebileceğini biliyordu.

Zifiri karanlıkta araba durdu. Göz gözü görmüyordu. Dalgaların kıyıya çarparak çıkardığı sesten, deniz kenarında olduğunu anlamıştı. Sessizce sahile bir sandal yanaştı. Bahar, eteklerini toplayıp sandala atladı. İlerlemeye başladılar. Ne göğün, ne de denizin rengi seçiliyordu. Her taraf simsiyahtı. Gökyüzü sanki bütün yıldızlarını söndürmüş, mehtap kimbilir hangi bulutun arkasına saklanmıştı. Ne kadar zaman gittiler, Bahar bilemedi. Fakat sandal uçar gibi ilerliyor olmalıydı ki kızcağızın saçları omzuna dökülmüş uçuyordu. Nihayet uzaktan lâcivert bir ışık göründü ve süratle yaklaştı. Sandal lâcivert ışığın geldiği gemiye yavaşça yanaştı. Genç kız ayağa kalkmış güverteye dikkatle bakıyordu. Evet Meylân ve Nilüfer oradaydılar. Yanlarında yakışıklı prensleri vardı. Hepsinin üzerinde güzel elbiseler, şık tuvaletler göze çarpıyordu. Bir ara Casad ile Kasad, Bahar’ın bulunduğu yere doğru geldiler. Etraf zifiri karanlık olduğu, geminin lâcivert ışığı da ortalığı pek aydınlatmadığı için Bahar’ı görememişlerdi. Fakat kızcağız, onların ne konuştuklarını mükemmelen duyuyordu.

Casad;
- “Azizim işler yolunda.” demekteydi. “Muradımıza nihayet erdik işte. Mermer Saray’daki bütün hazineler bizim oldu. Artık bu boş kafalı güzel kuklaları denizin dibine göndermek zamanı geldi sanırım.”

Kasad;
- “Doğru söylüyorsun iki gözüm.” diye O’na cevap verdi. “Zaten senin zekana her zaman hayran kalmışımdır. Yalnız bundan dört bin sene evvel bir hata işledik. İlyas’ı öldüremedik. Her ne ise… Haydi şimdi işimize bakalım. Esirlere söyle, şu sersem kızları yakalayıp bağlasınlar artık.”

Bahar, büyük bir cesaretle, uzaklaşan Casad ile Kasad’ın arkasından güverteye atladı. Bu sırada Meylân ile Nilüfer’i bağlamışlar, ağızlarını da tıkaçlamışlardı.

Geminin kürek çeken esirleri, biraz sonra denize atılmak suretiyle öldürülecek kızları seyretmek için toplanmışlardı.

Bahar, kaptan kamarasına saklandı. Olup biteni ufak pencereden gözetliyor ne yapacağını düşünüyordu. Kendisi henüz çok genç bir kızdı. Bu kadar fena insana, Allah yardım etmezse hiçbir şey yapamazdı. Bir mucize olmalıydı. Buna inanıyor, bütün kalbiyle iman ediyordu. Bu imandır ki onu hiçbir şeyden korkmaz, cesur bir kahraman yapmıştı.

İşte nihayet bütün hazırlıklar bitti. Kasad ve Casad kahkahalarla gülüyorlardı. Meylân ve Nilüfer ağızları tıkalı olduğu için bağıramıyorlardı. Fakat gözleri korku ve dehşetle büyümüştü.
Bahar, ağır ağır kaptan kamarasından güverteye çıktı. Üzerindeki zümrüt işlemeli elbise bembeyaz bir tuvalet olmuştu. Elleri nurdan yapılmış gibi etrafa beyaz, kuvvetli bir ışık saçıyordu. Mucize olmuştu. Canının içinden gelir gibi bir sesle “Allahım!” diye mırıldandı. Gök yıldızlarla dolmuş, mehtap çıkmıştı.

Geminin lâcivert ışığı bu nurdan ellerin aydınlığında kaybolup gitti. Bahar, Casad ile Kasad’ın tam karşısında durdu ve Onlar’a gülümseyerek baktı. İyiliğin fenalığa baktığı gibi.

Yakışıklı prensler ne yapacaklarını şaşırdılar. Fakat beyaz ışıkta şekiller değişmeye başladı. Yavaş yavaş dişleri kazma gibi uzadı. Alınlarının yan taraflarından boynuzlar çıktı. Böylece iğrenç güzlü iki şeytan olmuşlardı. Ellerinin tırnakları uzamış, yırtıcı bir hal almıştı. Bahar’a saldırmak istiyorlar; fakat yerlerinden bile kıpırdayamıyorlardı.

Bahar, durmadan;
- “Yok olun, yok olun!... Size lanet ediyorum…” diye mırıldandı.
Bu sözler havada ilahi bir müzik oluyor, semadaki bütün yıldızlar bu sihirli, bu ilahi şarkıyı tekrarlıyorlardı. Sihirli şarkı iki şeytanı ve kötü gemicileri yerlerine mıhlanmış gibiydi.

Bahar’ın nurdan elleri mum gibi erimeye, her damla, bu bayağı kalabalığı, kemikleşerek sarmaya başlamıştı. Şeytanların attığı çığlıklar bu kemik mahfaza büyük bir gürültüyle denize yuvarlandı.
Beyaz nurla dolu olarak sahile dönen kalyonun içinde, üç kız kardeş birbirlerine sarılmış, sevinç gözyaşları döküyorlardı. Allah’a şükreden Meylân ile Nilüfer fena huylarından vazgeçeceklerine kendi kendilerine söz verdiler.

Böylece, Zümrüt Saray’a geldiler. Onlar’ı babaları ve İlyas karşıladı. Artık mesuttular. Ondan sonra da hep birlikte mesut, sonsuz ömürlerini yaşamaya devam ettiler.

   
     
MASALLAR
Prens Kardu
Sihirli Gölün Masalı
Sırmalı Örtü
Canlanan Resimler
Altın Kalem Masalı
Bahar ve Sihirli Şarkı
Bir Gökyüzü Masalı
Esrarlı Yelkovan
Sihirli Ayna

© 2005 Işık Sükan - Her Hakkı Saklıdır. İzin almadan çoğaltılamaz ve kopyalanamaz.
Bu site bir Bora Döken tasarımıdır.