Altın Kalem Masalı
Uzaktan
uzağa bir zil sesi duyuldu. Aradan çok
geçmeden bahçe sevimli çocuklarla
dolmuştu. Evet burası bir okul bahçesiydi.
Neşeli küçükler birbirini kovalıyor,
yüksek sesle bağırıyor, çığlıklar
atıyorlardı.
Misk
kokulu akasya ağacının altına iki erkek çocuk
geldi. Birisi sarışın mavi gözlü bir
yaramaz, diğeri, daha ağır, esmer ve kara gözlü
bir küçüktü. Konuşmaya başladılar.
Hallerinden çok samimi oldukları anlaşılıyordu.
Esmer çocuk:
- Aziz! dedi. Bak sana ne göstereceğim. Babam
bana bunu doğum günü hediyesi olarak
almış.
Sarışın
çocuk atıldı;
- Ah ne güzel! Nasıl da parlıyor. Biraz verir
misin?
Arkadaşının
iftiharla parlayan gözleri kıvılcımlanarak;
-
Al ama çabuk geri ver, dedi. Babam “Okula
götürme, kaybedersin!” diye tenbih
etmişti ama, sana göstermek istediğim için
getirdim.
Aziz,
kalemi eline aldı, bir müddet zevkle seyretti.
Kendisinin de böyle bir şeyi olsa ne kadar
mesut olurdu. Fakat babası O’na altın kalemler
alacak kadar zengin değildi ki… Farkında
olmadan içini çekti.
Beyaz
akasya çiçeklerinin arasından görünen
ufacık güvercinin gözleri yaşarmıştı.
Biraz
sonra bahçede ses seda kalmadı. Ortalıkta
kimse görünmüyordu. Talebeler derse
girmişlerdi.
Aziz
bütün ders boyunca altın kalemi düşündü.
Yavaş yavaş o kaleme sahip olmak için hırs
duymaya başlamıştı. Aklına kenar sokaklarda haylaz
çocukların yazı tura oynamaları geldi.
Kazanan, öbürkülerin parasını alıyordu.
Bu oyunu arkadaşıyla oynasa belki altın kalemi
alabilirdi. Fakat hayır, arkadaşına fenalık yapamazdı.
Hem bu çirkin bir şey olurdu. Bu gibi oyunlara
“kumar”, dendiğini babaannesi O’na
söylemişti.Hele babaannesine göre bu
hem ayıp, hem de günahtı… Şu halde
böyle fena bir hareket yapmasına imkan yoktu…
Saf mavi gözleri bulutlandı. Huzursuzlukla
sıranın altında ayaklarını sallamaya başladı.
Çok geçmedende zil çaldı.
Aziz, arkadaşının yanına giderek:
-
Ahmet! dedi. Benimle yazı tura oynar mısın?
Ahmet
hayretle kaşlarını kaldırarak; “Ne biçim
bir oyun bu?” diye sordu.
Aziz,
cebinden on kuruş çıkardı:
-
Bak! Bunu havaya atacağım eğer tura gelirse sen
benim en çok beğendiğim iki topacımı alacaksın.
Yazı gelirse ben senin altın kalemini. Nasıl razı
mısın? Bunu büyük ağabeyler oynuyor.
Tabii cesaret işi. Bu oyunu erkekliğine güvenemeyen
oynayamaz.
Aziz,
söylediği laflara içinden şaşırıyordu.
Hani kendisi iyi bir çocuktu! Hani günah
işlemeyecekti? Sanki içinde bir şeytan
vardı. O’nu zorluyor, Ahmet’i kandırmasını
söylüyordu.
Ahmet,
şaşkınlık içindeydi. Kalemi kimseye vermek
istemiyordu ama Aziz’in karşısında küçük
düşmek istemezdi. Büyük çocuklar
gibi erkekçe hareket edebileceğini O’na
göstermek isterdi, elbette, razı oldu.
İkisinin
de kalbi heyecanla çarpıyordu. Aziz;
-
Arkadaş, iyi bak! Şimdi parayı havaya atıyorum.
Yere düşünce kimin kazandığı belli olacak.
Sonra mızıkçılık yok, diye bağırdı.
Para,
havada döne döne yükseldi. Sonra
birden yere düştü. Ahmet;
-
“Tura!” diye bağırdı.
Aziz,
oyunu kaybetmişti.
Son
derse giren çocuklar alaka ile hocayı dinlerken,
Aziz, çok fena bir şey daha yaptı. Ahmet’in
dalgınlığından istifade ederek altın kalemi çaldı.
Paydosta,
herkesten evvel Aziz dışarı çıktı. Koşar
adımlarla eve dönüyordu. Beyaz bir güvercinin
kendisini takibettiğinden haberi bile yoktu. Annesi
akşam kahvaltısını hazırlamıştı. Fakat nedense
Aziz bir lokma bile yiyemedi. Sonra odasına çıktı.
Dikkatle kapıyı kapadı. Cebinden altın kalemi
çıkarıp onu uzun uzun seyretti. Kalemi
seyrederken, evdekilerin onu görmesi ihtimali
aklına geldi. “Oğlum bunu nereden buldun?”
derlerse ne cevap verecekti? Derin bir pişmanlık
ve utanç hissi bütün varlığını
kapladı. “Ben fena bir çocuğum.”
diye düşündü. Altın kalemi teneke
bir kutuya koyup bahçeye çıktı.
Kimseye görünmeden onu bir ağacın altına
gömdü. Ama, beyaz güvercin, Aziz’in
ne yaptığını seyrediyordu.
Güneş
yavaş yavaş şehrin üstünden kaydı. Işıklar
renk renk oldu. Gece bastırdı. Pencereler aydınlandı.
Her çatının altında bir aile, yemek masası
başında toplandı.
Aziz
akşam yemeğini de yiyemedi. Lokmalar boğazına
dizilip kalıyordu. Annesi merak etmişti;
-
“Oğlum hasta mısın yoksa?” diye sordu.
Telaşla, şefkatli avucunu, oğlunun alnında gezdirdi.
Sonra gülümseyerek “Ateşin yok.
Herhalde bugün kendini çok yordun.
Haydi yatağına yürü bakayım.”
dedi. O’nu odasına götürüp
yatırdı. Arkasını sıkıştırdı. Yanağını öptü.
Lambayı söndürüp gitti.
Oda,
perdeleri kapanmadığı için yıldızların
loş ışığıyla dolmuştu. Nihayet sesler gitgide
yavaşladı. Herkes yatmış derin bir uykuya dalmıştı.
Sessizliği bozan saatin tik-taklarıydı. Aziz,
uyuyamıyordu, gözleri açık uzaklarda
yanıp sönen yıldızları seyre dalmıştı. Dışarıda
kuvvetli bir rüzgâr başlamıştı. Çırpınan
ağaç dalları ıslık çalıyordu. Birden
pencerenin iki kanadı şiddetle açıldı.
Şimdi Aziz korkuyla ürperiyor; fakat yerinden
kıpırdayamıyordu. Uzaktan uzağa bir vınlama işitildi.
Ve pencereden içeri bir şey girdi. Bu,
uzamış, kalınlaşmış, koskoca bir kalemdi. Evet
evet Aziz’in, Ahmet’ten çaldığı
altın kalem! O kadar parlıyordu ki, odanın içi
adamakıllı aydınlandı. Kalem alçaldı. Aziz’in
üstünü bastırmaya başladı. Çocuk
karyoladan atladı. Duvara kadar koştu. Bu sefer
kalem O’nu duvara doğru itip ezmek istedi.
Biçare, kalemden kurtulmak için,
üzerinden atlayıp kaçmak istedi. Kalemin
üstünden atlarken bu sefer kalem tavana
doğru havalandı. Aziz, düşmemek için
sıkı sıkıya ona sarıldı. Nihayet üzerine
tırmanıp ata biner gibi oturdu. Dışarıda rüzgâr
dinmişti. Artık tatlı bir ilkbahar havası bahçede
uyuyan çiçekleri hafifçe
kımıldatıyordu.
Altın
kalem pencereden dışarı uçtu. Önce
bahçeyi, sonra şehri geçti. Aziz’in
korkusu hafiflemişti. Uçmak O’na
zevk veriyordu. Fakat bir türlü endişeden
de kurtulamıyordu. Böylece bir ormanın ortasına
kadar ilerlediler. Harap bir kulübenin penceresi
hizasında kalem durdu. Kulübenin içinde
pis kılıklı beş adam vardı. Yazı tura ile kumar
oynuyorlardı. Aradabir ağızlarından korkunç
küfürler çıkıyordu. Kazanan,
adi kahkahalar atıyor, seyredenler pis pis sırıtıyorlardı.
İçlerinden birisi bağırdı;
-
Bana bak bütün paramı ortaya koyuyorum.
Ona göre ha!
Bütün
parasını koyan sefil kaybetti. Mahvolmuştu. Karşısındaki
ise, hem paraları topluyor hem de alay ediyordu.
Adam buna tahammül edemedi. Ani bir hareketle
kazananın göğsüne bir yumruk attı, O’nu
yere düşürdü.
Aziz
çok fena oldu. Ağlamaya başladı. Kalem
yavaşça yükselip yeniden uçmaya
başladı. Bu sefer bilmedikleri bir şehre geldiler.
Kalem, kenar mahallelerden bir evin önünde
durdu. Penceresinde içerisi gözüküyordu.
Elbiseleri
yırtık pırtık, çok yaşlı bir adam, elinde
artık geçmeyen bir para ile oynuyordu.
Arada bir söyleniyor sonra hıçkırarak
ağlıyordu. İhtiyar, bir ara pencereyi açtı
ve:
-
“Hey komşular açım aç!”
diye bağırdı. “Bana bir lokma ekmek verecek
kimse yok mu? Ölüyorum. Ah gençlik!
Nasıl da kadrini bilemedim! Babamın servetini
kumarda yedim. Sefalete düştüm. Biliyorum
ben de veba var. Onun için artık kimse
eve girmek istemiyor.” Elindeki paraya baktı.
Yüzünde acı, çok acı bir tebessüm
belirdi. Sonra mırıldandı. “Kumar kumar
ya! Haydi bakalım tura gelsin.” Ufak parayı
pencereden fırlattı. “Açım, ölüyorum,
ölü…” ihtiyar adam sözünü
bitiremedi, kollarını boşlukta sallayarak yuvarlandı.
Ölmüştü.
Kalem
toprağa yaklaştı. Yerde bakır para ışıldıyordu.
Aziz’in, merhamet, pişmanlık, üzüntü
ile yaşaran gözleri hayretle açıldı.
Para tura gelmişti. İhtiyar adam kumarı bu kadar
iyi oynadığı halde açlıktan ölmüştü.
Kalem
yeniden havalandı. Bu sefer saray kadar güzel
bir evin penceresinde durmuştu. İçerde
güzel kadınlar, yakışıklı erkekler vardı.
Kumar oynuyorlardı. Genç bir adam perişan
bir sesle; “Bütün malımı mülkü,
hatta evimi ortaya koyuyorum.” dedi. Heyecan
ile herkes nefesini tuttu. Adam kaybetmişti. Hiç
sesini çıkarmadan dışarı çıktı.
Sokakta dalgın adımlarının yankıları işitildi.
Elleri cebinde yürüyordu. Nihayet bir
evin önünde durdu. Kapıyı, anahtarı
ile açıp içeri girdi.
Biraz
sonra pencerenin biri aydınlandı. Altın kalemin
üzerinde Aziz içeri giriyordu. Genç
adamın çalışma masasının çekmecesini
çekti. Tabancasını alıp alnına götürdü.
Sessizliği uğursuz bir patlamayla yırttı. Genç
adam ölmüştü. Parçalanan
kafasıyla yerde yığılı yatıyordu. Çok geçmeden
odanın kapısı açıldı. Genç ve güzel
bir kadın koşarak içeriye girdi; fakat
o feci manzara ile karşılaşır karşılaşmaz, olduğu
yerde bayılıverdi. Onun arkasından gelen kırmızı
yanaklı iki yavrucak katıla katıla ağlamaya başladılar.
Aziz
de ağlıyordu. Bir ağacın yaprakları arasına saklanmış
güvercin de ağlıyordu.
Kalem
yeniden uçmaya başladı. Yedi deniz, dokuz
ağ geçti. Aziz’in bilmediği bir ülkeye
vardı. Burada evlerin çoğu alev alev yanıyor,
sokaklarda ahali nereye gideceğini bilmeden kaçıyordu.
Atlara binmiş haydutlar, ellerinde tabancalar,
evleri soyup yakıyorlardı.
Sokağın
bir köşesinde küçük bir
yavru titriyordu. Ya soğuktan ya da korkudandı
bu… nereden çıktığı belli olmayan
bir haydut, çocuğu yakaladı. Kanlı gözleriyle
tepeden tırnağa süzdü. Zavallının boynunda
altın bir madalyon vardı. Haydut madalyonu çocuğun
boynundan çıkarmak istedi. Çıkmadı.
Bu sefer zincirini koparıp alacaktı. Aksi şeytan,
zincir kopmuyordu. Haydut zorlamaya başladı. Ve
muvaffak oldu. Ama çocuk mosmor, gözleri
yuvalarından oynamış, toprağa düştü.
Boğulmuştu.
Aziz,
artık dayanamadı. Haykıra haykıra ağlıyordu.
Altın
kalem büyük bir süratle tekrar
havalanmaya başladı. Böylece yıldızlara kadar
yükseldiler. Çok uzaklarda sapsarı
ışıklarla, yanıp sönen bir yıldıza doğru
gidiyorlardı. Yıldız büyüdü büyüdü.
Kalem yere doğru alçalmaya başladı. Burası
dünyada görülemeyecek kadar güzel
bir yerdi. Ağaçların yaprakları zümrütten,
yollar altındandı. Nihayet elmas bir saraya geldiler.
Kalem,
Aziz’i sarayın basamaklarında bıraktı. Birden
buhar kesilip, gözden kayboldu.Biraz sonra
kapıda beyaz elbiseli, sarı saçları topuklarına
kadar inen bir melek belirdi. Omuzlarını arkasında
güvercin kanatları vardı. Tatlı ve yavaş
bir sesle;
-
“Elimi tut küçüğüm,
içerde seni bekliyorlar.” dedi.
Aziz
sesini çıkarmadan meleğin dediklerini yaptı.
Beraberce içeri girdiler. Aziz sonsuz bir
merakla etrafı seyrederek ilerliyordu.
Bir
çok odalardan, tarif edilemeyecek kadar
güzel odalara geçtiler. Nihayet önlerine
altından yapılmış büyük bir kapı çıktı.
Melek: “Hoşçakal yavrum.” deyip,
kayboldu.
Tatlı,
son derece tatlı bir ney sesi işitildi. Kapı yavaş
yavaş açılırken, uçsuz bucaksız
bir salon göründü. Altın yaldızlı
mermer bir salon. Aziz, hafif adımlarla yürüdü.
Salon, meleklerle doluydu. Onlardan birisi gelip
omzuna dokundu ve kendisi ile beraber yürümesini
işaret etti. Salonu boydan boya geçtiler.
Şimdi önlerinde başka bir kapı vardı. Bu
melekler de kayboldu. Aziz içeri girdi.
Burası küçük bir odaydı. Yemyeşil,
yeşilin en güzel ışığıyla aydınlanmıştı.
Tam karşıda yeşil nurdan bir tahtta ihtiyar bir
adam oturuyordu. Bu çok güzel adamın
karşısında Aziz’in kalbi sevgiden ve heyecandan
çatlayacak gibiydi. İhtiyar adam;
-
“Küçük!” dedi. “Günahların
affedildi. Bir daha kötülük yapmayacağına
söz ver. İyi, merhametli, dürüst,
vefalı ve hislerine hakim bir insan ol. Söz
veriyor musun?”
Aziz
konuşmadan, bakışlarıyla söz verdi.
O
zaman olduğu yerde bilmediği bir kudretin tesiri
ile dönmeye başladı. Yeşil nur, saray, yıldız
kayboldu. Şimdi O, sonsuz bir süratle boşlukta
düşünüyordu. Korkudan bağıramıyordu
bile. Birden hızla yere çarptı. Bir çığlık
attı. Hayır, ölmemişti. Ter içindeydi.
Durmadan “Söz veriyorum” diye
mırıldanıyordu. Endişeli bir ses; “Oğlum!Aziz!
Yavrucuğum nen var?” diye sorduğu zaman
gözlerini açtı. Odasındaydı. Karyoladan
yere düşmüştü. Çamaşırları
terden, yastığı gözyaşından sırılsıklamdı.
Çeneleri birbirine vuruyordu.
Annesi
çocuğun çamaşırlarını ve yastık
kılıfını değiştirdi. Ona sıcacık bir çay
pişirip içirdi. Aziz o gece bir daha uyumadı.
Sabah güneşle beraber bahçeye çıktı.
Kalemi bulunduğu yerden alıp mektebe koştu. Daha
kimse gelmemişti. Onu Ahmet’in sırasına
bıraktı. Sonra bahçede akasya ağacının
altına oturdu. Kimseler yoktu. Aziz mesuttu. İçinde
tarifsiz bir hafiflik vardı.
Nihayet
talebeler bahçeyi doldurdu. Ahmet’te
telaşla vaktinden evvel okula gelmişti. Aziz’i
görünce yanına koştu.
-
“Biliyor musun, altın kalemim kayboldu.
Ah onu bir bulsam! Senden aldığım topaçları
geri vereceğim.Zaten o topaçlara göz
koyduğum için kalemimi kaybetmiştim.”
dedi. Dokunsalar ağlayacaktı. Aziz;
-
Beraberce arayalım. Belki sınıfta sıranın altına
falan düşmüştür, diye cevap verdi.
Kalem
bulundu. İki çocuk da eski neşelerine kavuştular
ve rahat rahat oyunlarına daldılar.
|