Bir Gökyüzü
Masalı
Pırıl pırıl bir geceydi. Yıldızlar birbirine göz
kırparken ay, şâhâne bir gururla hepsinden daha
güzel görünüyordu. O sırada parlak bir yıldız,
ayı daha yakından görebilmek için yerinden kayıverdi.
Fakat ne yazık ki onun hizasına gelemeden toprağa
düştü. Bu yıldızlar böyleydiler işte! Hepsi aya
âşıktı. Hepsi onu yakından görmek isterdi. Bu
arzularına dayanamayıp yerlerini değiştirdiler
mi, toprağa düşerlerdi. Düştükleri yerde ise renk
renk yıldız çiçekleri açardı.
Gökyüzünün çok uzak bir köşesinde de ufacık bir
yıldız ayı görmek istedi. Fakat birdenbire kayarsa
toprağa düşeceğini biliyordu. Onun için yavaş
yavaş alçalmaya başladı. O kadar yavaş hareket
ediyordu ki, aradan seneler geçti. Küçük yıldız
yaklaştıkça büyüdü; güzelleşti. Birgün tam onun
karşısına geldi ve durdu. Ay, bu çok güzel yıldızı
o kadar beğendi ki, bu sefer kendisi ona yaklaşmak
istedi. Nihayet bir hilâl vakti, kollarını uzatarak
küçük yıldızı kucakladı. Gökyüzü o vakte kadar
böylesine güzel bir manzara görmemişti. Yıldızdan
ve aydan saçılan ışıklar dünyaya gittiler. Ve
bir milleti kendilerine hayran ettiler. O kadar
ki bu kahraman millet, bayrağını ay yıldızla süsledi.
Ay, yıldızını kucakladığı anda ondan dünyaya bir
ışık düştü. Bu ışık, yapraklar arasından süzüldü.
Bir evin penceresi içinden girdi. Yatakta uyuyan
ufacık oğlanın kirpiklerinde gezindi. Bu ufacık
oğlan o anda bir rüya gördü. Rüyasında çok güzel
bir kız vardı. Gözleri yıldızlar gibiydi. Mermer
bir sarayda oturuyordu. Sarayın bahçesi kırmızı
güllerle doluydu. Tam ortasında da bir havuz vardı.
Kız oğlanı yanına çağırdı. Elele tutuştular. Bahçeyi,
sarayı gezdiler. Nihayet kız O’na dedi ki;
- Şimdi sen rüya görüyorsun. Fakat ben hakikatte
rüya değilim. Bütün bir ömürde olsa beni ara.
Beni bulduğun zaman hakiki saadeti bulmuş olacaksın.
Yaşın çok ilerlemişte olsa beni bulup elimi tuttuğun
vakit gençleşeceksin. Sen de, ben de. Çünkü o
zamana kadar ben de ihtiyarlamış olabilirim.
- Peki! Dedi oğlan.
- Ben seni nereden tanıyacağım? Sen de ihtiyarlarsan!
Kız gülümsedi;
- Bu sarayı unutma. Hem bak avucumun içinde yıldız
şeklinde bir ben var.
Oğlanın rüyası burada bitti. Heyecanla gözlerini
açtı. Dışarıda sıcak bir yaz gecesi ve cırcır
böceklerinin sesleri vardı. Tekrar uykuya daldığı
zaman rüyasındaki kızı ömrünün sonunda kadar arayacağına
karar vermişti…
Ay, yıldızı kucakladığı zaman, yıldızlardan bir
ışık düştü, dünyaya. Bu ışık denizler üzerinden
yakamozlar bırakarak geçti. Karlı tepelerden beyaz
ışıltılar saçarak Kaf Dağı’na geldi. O’nu da aştı.
Mermerlerden bir sarayın açık penceresinden içeri
girdi. Mışıl mışıl uyuyan küçük bir kızın, şeffaf
göz kapaklarında gezindi. Küçük kız o zaman bir
rüya gördü. Rüyasında kıvırcık saçlı çok güzel
bir oğlanla sarayın bahçelerinde geziyordu. Oğlan
O’na dedi ki;
- Ben seni çok seviyorum. Şimdi rüya görüyorsun.
Fakat ben gerçekte varım. Ömrümün sonuna kadar
olsa da seni arayacağım.
Yaşın çok ilerlemiş de olsa elini tuttuğum zaman
birden gençleşeceksin. Ben saadetin kendisiyim.
Beni sakın unutma.
Kız tebessüm ederek,
- Seni ömrümün sonuna kadar bekleyeceğim, dedi.
O’nun da rüyası burada bitmişti. Birden uyandı.
Dışarıdan bülbül sesleri geliyordu. Küçük kız,
tekrar uyuduğu zaman, rüyasındaki oğlanı ve avucunda
parlayan ayı unutmayacağına karar vermişti.
Aradan seneler geçti. Küçük oğlan büyümüş, yakışıklı
bir delikanlı olmuştu. Artık evlenme çağındaydı.
Ayağına demir bir çarık eline demir bir âsâ alıp,
rüyasındaki kızı aramaya çıktı.
Az gitti, uz gitti. Yedi memleket, yedi büyük
dağ aştı. Yemyeşil bir ovada kurulmuş şirin bir
şehre geldi. Temiz sokaklardan bahar havasının
verdiği saadet hissiyle yürüdü, geçti. Nihayet
bir sarayın önüne geldi. Bahçesi o kadar güzeldi
ki, hayranlıkla durup çiçekleri seyretmeye başladı.
Birden yan tarafından doğru tatlı bir ses kulağına
geldi.
- Güzel delikanlı yabancısın galiba. Bilmez misin
ki buralarda durmanın cezası ölümdür!
Delikanlı hayretle baktı. Karşısında simsiyah
saçlı, simsiyah gözlü, karanfil dudaklı bir güzel
duruyordu. Korkusuzca cevap verdi:
- Sen kimsin? Sadece bir bahçeye bakan masum bir
insanın cezası ölüm olur mu?
Karanfil dudaklı kız bir an düşünür gibi durdu,
sonra oğlanı yanına çağırdı. Ve onu alıp krala
götürdü. Bu kız sarayın yegane prensesi idi. Babası
uzun zamandır kızını evlendirmek istiyordu. Fakat
bir türlü O’na göre bir eş bulamamıştı.
Prenses krala;
- Baba bakın işte benim evleneceğim adam bu, dedi.
Kral O’nun her istediğini yapan bir baba idi.
Oğlan her ne kadar şaşkın ise de, bu güzel kız
hoşuna gitmişti. Hele ilerde böyle bir memleketin
hükümdarı olma düşüncesi ise O’na büsbütün zevk
vermişti.
Kırk gün kırk gece düğünden sonra evlendiler.
Aradan biraz zaman geçince oğlan kralın yerine
geçti. Çok adil, çok iyi bir hükümdardı. Halk
O’nu seviyordu. Buna rağmen, kraliçenin gitgide
artan yersiz hareketleri yüzünden mesut olamamıştı.
Hergün O’ndan bütün güzelliğine rağmen biraz daha
soğuyordu. Kendini oyalayamaz olmuştu. Birgün
iyice kavga ettikten sonra, kral yalnız başına
bahçede dolaşmaya çıktı. Çok dertliydi. Bir sıranın
üzerine oturup düşünmeye başladı. Aradan ne kadar
zaman geçmişti bilmiyordu. Derin bir göğüs geçirdi.
Bu sırada bakışları gökyüzünde parlayan mehtaba
ilişti. O anda yüreğine bir ateş düştü yerinden
kalkarak saraya gitti. Karısını yanına çağırdı.
- Güzel kraliçem, ben artık senden ve bu memleketten
ayrılıyorum, dedi.
Kraliçe:
- “Ya öyle mi?” diye cevap verdi. Buna memnun
oldum. Zira, sokaktan geçen alelâde bir adamın
kral olmasına sebep olmakla, mânasızlık ettim.
Güle güle!
Ve böylece delikanlı yeniden yola düştü. Bu sefer,
rüyasındaki kızı aramak için, hiç vakit kaybetmeyeceğine
azmetmişti. Nasıl olmuştu da beyhude yere bu kadar
vakit kaybetmişti. Aldatıcı bir güzelliğin ve
şatafatın peşinden koşması O’na nelere mal olmuştu.
Rüyasındaki kızı bulmak için vakti azalıyordu.
Az gitti. Uz gitti. Dere tepe düz gitti. Nihayet
uzaktan zümrüt gibi görünen bir ormana rastladı.
Ağaçlardan çıkan dallar son derece zarif yapraklarla
süslüydü. Epey yürüyen ve yorulan oğlan bir çalının
dibine oturdu. Yakın bir yerden tatlı bir su şırıltısı
geliyordu. Yavaş yavaş bu şırıltıya son derece
tatlı bir şarkı karıştı. Biraz sonra şarkıyı söyleyen
sesler çoğaldı. Büyüleyen bir musikî idi bu. Ormanda
her şey onu dinlemek için susmuş gibiydi. Oğlan
meraklandı ve seslerin geldiği yere gitti. Yaban
gülleri arasında birbirinden güzel peri kızları
su ile oynuyor, dansediyor ve yüzüyordu. Dalga
dalga saçları, mermerden yontulmuş gibi vücutları
vardı. Oğlan onları görünce hangisine âşık olacağını
şaşırdı. Peri kızlarından biri O’nu fark etmişti.
Bir çığlık atarak arkadaşlarına haber verdi. Hepsi
birden O’nun etrafını sarıverdiler. Beraberce
eğlenmeye başladılar. Böylece güneş defalarca
doğup, battı.
Bir akşam oğlan etrafındaki peri kızları ile şakalaşırken,
zümrüt yapraklı ağaçların üzerinden testekerlek
mehtap gülümser gibi yükseldi. Oğlana kızlar ne
yaptılar ne söyledilerse gözlerini aydan ayıramadılar.
Yüreğine yine ateş düştü. Derin bir pişmanlık
hissiyle perilerle vedalaştı. Ormanın derinliklerine
daldı gitti. Orman bitti; deniz başladı. Deniz
bitti; dağlar sıra sıra önünde uzandı. Onları
aştı; bir vadiye geldi. Karnı acıkmıştı. Yorgundu.
Kendini suçlu ve hasta hissediyordu. Vadinin yegâne
kulübesini çaldı. Kapıyı bir ihtiyar adam açtı.
Göbeğine kadar sakalı vardı. Oğlanı içeri aldı,
karnını doyurdu. Bir yatağa yatırdı. Hastalığını
iyi etti. Pek merhametli ve pek âlimdi. Oğlana
kendisi ile kalmasını rica etti. O’na dünyada
bilinmesi mümkün olan bütün ilimleri öğretecekti.
Oğlan düşündü. Bilmek ve öğrenmek güzel şeydi.
Razı oldu. Büyük bir âlim olmayı kim istemezdi
ki!...
Böylece yine seneler geçti. Bu defa ihtiyar öldü.
Oğlan bütün ilimleri öğrenmişti. Çok büyük bir
bilgindi artık. Fakat yapayalnızdı. Bilgisi ile
kimseye faydalı olamıyordu. Çünkü vadiler ülkesinde
kendinden başka kimse yoktu. Bir akşam kulübesinin
önünde otururken, dağların üstünden ay parladı.
O anda oğlanın yüreğine ateş düştü. Fakat artık
ihtiyarlamıştı. Ancak karşı dağlara kadar yürüyebilirdi.
Fazla düşünmeden yürümeye başladı. Dizlerinin
dermanı kesilip, kolu kanadı tutmayıncaya kadar,
güneş defalarca doğup, battı. Vücudu haraptı.
Fakat iradesi O’nu daima zorluyor adeta insanüstü
bir kuvvet sarfediyordu. Bir ara gözlerinin artık
çok zayıfladığını hissetti. Zorlukla önünü görebiliyordu.
Nihayet beyaz mermerden, havuzları dikenlerle,
çalılarla örtülü bir saraya geldi. O kadar bitkindi
ki merdivenlerin üzerine yığılıp kaldı. Neden
sonra titrek ellerle birisinin kendisine yardım
etmeye çalıştığını fark etti. Hayır! Artık son
dakikası gelmişti. Yardıma ihtiyacı kalmamıştı.
Alnında gezinen eli tuttu ve zorlukla karşısındakini
gördü.
Bu bembeyaz saçlı, nur yüzlü bir kadındı. Gözleri
yıldızlar gibi parlıyordu. O anda içine öyle bir
ateş düştü ki ölümü de, çok ihtiyar olduğunu da
unuttu. Sadece o gözlere bakmak, ebediyen onları
seyretmek istiyordu. Böylece ne kadar zaman geçti
bilinmez. Ama yaşlı kadının avucundaki yıldız,
çöken karanlıkta ışıldamaya başlamıştı bile. Nihayet
aralarında şöyle konuştular. Oğlan, daha doğrusu
ihtiyar adam dedi ki:
- Bütün ömrümde sizi aradım. Çok vakit kaybettim.
Beni affedeceksiniz değil mi?
İhtiyar kadın gülümsedi. Ve hafif bir sesle;
- “Elbette.” dedi. “Ben bütün ömür sadece sizi
bekledim. Geleceğinizi biliyordum. Ve geldiniz
artık.”
O sırada birden gece bastırdı. Gökte şâhâne bir
hilâl parlıyordu. Kolları sevgili yıldızını kucaklamıştı.
Aydan ve yıldızdan, mermer sarayın merdivenlerine
sihirli bir ışık düştü. Mermer merdivenler altın
oldu. İhtiyar adam birden gençleşti. Eskisi gibi
yakışıklıydı. İhtiyar kadın muhteşem bir prenses
oluverdi. Gökteki yıldızlardan daha güzeldi. İkisi
de elele tutuştular. Yüzlerini bir kat daha güzelleştiren
tebessümleriyle gökyüzüne tırmandılar. Yıldızlar
şarkı söyleyerek düğünü kutluyorlardı. Ay ve yıldız
çok mesut.
Onlar ermiş muradına…
|