SIRMALI ÖRTÜ
Çok eski zamanlarda…
Güneşin, sisli dağ başlarının arkasında kaybolduğu
sırada mücadele bitmiş, şehir düşmüştü. Tozu dumana
katan süvariler kahramanca karşı koymak isteyen
son askerleri de öldürdüler. Taşları yer yer çatlamış
dar ve kirli sokaklarda şimdi muzaffer olanlar
dolaşıyordu.
Parlak yıldızların efsaneleştirdiği bir gece bütün
haşmetiyle başlamıştı. Şehrin ortasındaki meydanı
süsleyen muazzam mâbet, titrek meşalelerle tuhaf
bir şekilde aydınlanmıştı.
Sarhoş galipler, mâbedi yağma ediyorlardı. Bu
arada yüzyılların değerlendirdiği canım sanat
eserlerini parçalıyor harap edip, ayaklar altında
çiğniyorlardı. Porselen vazolar, renkli çiniler
hep paramparça olmuştu.
Kalabalık içinde mâbede kadar sürüklenmiş bir
yüzbaşı, bu hâdiseyi hiç de iyi karşılamadı. Gözleri
kor gibi yanarak kendi memleketlilerine yaptıkların
işin fena olduğunu haykırdı. Fakat gözü dönmüş
kalabalığın uğultusu arasında, sesi kayboldu gitti.
Ayakları yerden kesilmiş, ileri geri sallanırken,
yan tarafındakiler bir örtüyü yakalamış yırtmaya
uğraşıyorlardı. Yüzbaşı şuursuz bir hiddetin verdiği
kuvvetle nasılsa incecik kumaşı yırtılmadan onların
elinden alıp cebine soktu.
Ertesi sabah güneş şehrin ortasındaki mâbedin
harabesini kızgın ışıklarıyla aydınlatıyordu.
Yüzyıllarca muhteşem bir sanat âbidesi olarak
göz kamaştıran bu eser şimdi âdi bir taş yığınından
ibaret kalıvermişti. Sokağa çıkmak cesaretini
gösteren biri, bu hali görünce gözyaşlarını tutamadan
tekrar evine döndü.
Bu hâdisenin üzerinden yıllar geçti. Hem de uzun
yıllar. Gençler yaşlanmış, yaşlı olanlar da ihtiyarlamışlardı.
Güzel bir şehrin kenar mahallelerinden birinde
de çok yaşlı bir hanımla kocası ve genç bir kız
zorlukla yaşıyorlardı. Kadın hastaydı. Fakat aile
de, doktor getirtemeyecek ve ilaç alamayacak kadar
fakirdi.
İhtiyar adam;
- “Hanımcığım” dedi. “Bakalım sandıkta satılacak
bir şey kaldı mı?”
- Boşuna zahmet, bey. Artık satıp savacak hiçbirşeyimiz
yok. Bu akşam da aç yatmaya hazırlanmalı.
- Sema kızım, bak bakalım sandığa. Annen kalmadı
diyor ama binde bir de olsa bir şey buluruz belki…
Ceylan gözlü, nârin kızcağız halsiz halsiz sandığı
açtı. İçi eski, partal birkaç elbise ile doluydu.
Onları çıkardı. Teker teker gözden geçirdi. Hayır,
bunlar satılacak durumda değillerdi. Bir köşede
güzelce devrilmiş eski bir örtü duruyordu. Kumaşı
yer yer akmıştı. Onu silkeleyip açtı. Altın sırması
ile çok zarif bir şekilde işlenmişti.
İhtiyar kadının gözleri yaşardı:
- Hatırlıyor musun bey… dedi. Sen bana bunu harpten
döndüğün vakit getirmiştin. “Karıcığım al, misafir
gelince sofraya yayarsın” demiştin. Halbuki o
zaman sana çok kızmıştım. Çünkü komşunun kocası
harpten bir torba altın heykeller, vazolarla dönmüştü.
Bir başkası da çok şık tuvaletler getirmişti.
İhtiyar adam gülümsedi:
- Acaba bu satılsa iki günlük ekmek paramızı karşılayabilir
mi? Dedi.
Kadın,
- Hiç zannetmem dedi. Alıp çarşıya bile götürme.
Zahmetine değmez.
- Evet haklısın hanım. Baksana güzelim örtü ne
kadar eskimiş!
Sema,
- Müsaade ederseniz ben şöyle bir dolaşayım. Bu
sıralarda kimseye iş vermiyorlar ama belki bir
yerde çamaşıra, tahtaya giderim, dedi. Örtüyü
de alacağım, işlemeleri çok güzel. Ben bir zamanlar
çok güzel iş işlerdim. Fakat böylesine ince ve
zarif bir iş yapamazdım herhalde. Antikacılara
da bir göstereyim, belki alan olur!
İhtiyar adam mırıldandı;
- Pekâlâ yavrucuğum.
Kızının bu vaziyetlere düşmesi O’nu ağlamaklı
ediyordu. Kendisine verdikleri emekli maaşı gayet
azdı. Son zamanlarda paranın kıymeti öylesine
düşmüştü ki, bu eski kahraman yüzbaşı şimdi o
para ile bir hafta bile zor idare ediyordu. Zaten
çok zengin değildi. Elindeki avucundakileri de
bu durum karşısında satıp savmaya mecbur olmuştu.
Şimdi ise artık hiçbirşeyi kalmamıştı. Sefaletin
gaddar çukuruna gömülmüştü. Kendisini düşünmüyordu.
O, hayatını yaşamıştı. Fakat arkasında inci gibi
güzel, filiz kadar körpe bir kızcağızı vardı.
Sema, evin kapısını çektikten sonra, önce antikacılara
uğramayı düşündü. Antikacıya gitmek O’na pek parlak
bir fikir gibi görünmüştü. Şalına sıkı sıkı büründü.
Yollar kırmızı sarı yapraklarla örtülmüştü. Şunun
şurasında kışa ne kalmıştı ki…! Ah, küçükken kışı
ne kadar severdi. Sıcacık odasında sedirin üzerinde
çayını yudumlarken nazlı nazlı uçuşan karlar,
pencerenin dibinde birikince, nasıl heyecanlanırdı!
Sonra annesinden bin rica ile izin koparıp bahçeye
sevinçle fırlardı. Havuç burunlu kardan adamlar
yapıp, onu mahalle arkadaşlarıyla topa tutardı.
Damlardan aşağı sivri sivri külâhlar şeklinde
sarkan buzları koparmak için ne yaramazlıklar
yapmazlardı ki!
Ama şimdi kış korkunç bir heyûlâ gibiydi. Gelecek
diye yüreği oynuyordu. Hasta anneciği, ihtiyar
babacığı buz gibi odada aç …Aman Yarabbi Allah
yardım etse şu vaziyetten bir kurtulsalardı. Sema,
üzeri sanatkârane bir tonozla boydan boya örtülmüş
çarşıya gelmişti. Kalbi heyecanla çarpıyordu.
Renk renk kumaşlar, mücevherler, ayakkabılar,
tesbihler, tabak çanaklar gözünün önünde resmi
geçit yapıyor gibiydi. Gözleri her şeye birden
bakmak için iri iri açılmıştı. Âdeta başı dönüyordu.
Kızcağız şaşkınlığına içinden kızarak, toz toprak
içindeki eşyalar arasında pinekleyen bir
antikacının dükkânına girdi.
Adam tek gözünü aralayarak;
- Ne istediniz küçük hanım? Diye suratlı suratlı
sordu.
Sema, başını dimdik tutarak ve adamın şüphesiz
fakir kıyafeti yüzünden kendisine hor bakmasına
içerleyerek;
- Şu örtünün değerini bana söyler misiniz? Diye
sordu.
Yahudi önünde birdenbire açılıveren örtüye, boş
bulunup ihtirasla sarıldı.
- Buna karşılık size beş lira veririm,dedi.
Kızcağız afalladı. Beş lira çok paraydı. Kendilerine
on gün yeterdi. Bu yahudinin haline bakılırsa
örtü oldukça kıymetliydi.
- Hayır! Dedi. Bunu sana beş liraya bırakır mıyım
hiç! Ben sadece baba hatırası olan örtünün değerini
anlamak istedim. Kıymetli olduğunu biliyordum.
Ama bana doğru laf söylemiyorsun.
Kız örtüyü devşirirken Yahudi konuşuyordu.
- Peki güzel kızım sana on lira vereyim. Hayır
mı… On beş olsun güzel hatırın için. Yine mi hayır.
Eh elli liraya bir diyeceğin yoktur herhalde.
Genç kız, kapıdan çıkarken adam bütün nezaketi
ile yalvarıyordu. “Yavrucuğum beş yüz lira az
para değildir.”
Kızın kalbi şiddetle çarpıyordu. Evet belki de
elinde hazineler kıymetinde bir örtü vardı. Aman
benim büyük Allah’ım! Diye içinden yalvardı. Belki
belki, de sefaletle geçirdikleri son gün olacaktı
bugün.
Bir başka dükkana girdi ve kendinden emin bir
gururla söze başladı:
- Efendim bu örtünün kaç bin lira değerinde olduğunu
bana söyler misiniz?
Antikacı gözlerini kırpıştırarak örtüye baktı.
Dudaklarını büzdü. Bir müddet düşündükten sonra;
- Eh üç dört bin lira eder, diye cevap verdi.
Kızcağızın yüreği ağzına gelecekti neredeyse…
Karşısında çok kurnaz biri vardı. Çünkü adam lâkayıd
oturmuş, kahvesini yudumlamaya başlamıştı. Sema,
bir deneyim diye düşündü. Nasıl olsa dört bin
liradan aşağı satmazdı artık.
- “Teşekkür ederim efendim. Ben bunu satmak istiyordum
ama siz pek az bir fiyat söylediniz.” Dedi.
Antikacı, kızın elbisesine, yıpranmış ayakkabılarına
baktı. Ve oyuna devam etmek istedi.
- Hayır kızım daha fazla etmez.
Sema sakin,
- Pekâlâ ben de satmam, dedi ve örtüyü devşirmeye
başladı.
Adam:
- İstersen sana beş bin lira vereyim. Galiba zaruret
içindesin.
Sema bu sefer kızdı. “ Bu sizi alâkadar etmez”
dedi. “Ben şimdiye kadar, kimseden sadaka almadım.”
Adam, kızın gitmek üzere olduğunu anlayınca soğukkanlılığını
kaybetti:
- Peki, sadaka falan değil, sana yedi bin lira
vereyim, diye atıldı.
Sema, hiç aldırış etmedi. Kapıya doğru hızlı adımlarla
yürüdü.
Antikacının son sözü kulaklarını yakıyordu: “On
bin lira.”
Sema’nın karnı açtı. Zaruret içindeydi, fakat
aldanmak istemiyordu.
Üçüncü dükkana girdi.
- Şu örtü kaç yüz bin lira eder? Diye ânî bir
sual sordu.
Biçare yahudinin gözleri fal taşı gibi açıldı.
Ağzı yayvanlaştı. Ezilip büzülerek:
- Yüz elli bin lira kadar hanımefendiciğim, diye
kekeledi.
Sema’ya neredeyse fenalık gelecekti. Sert bir
sesle;
- Siz benimle alay mı ediyorsunuz? Diye bağırdı.
Yahudinin rengi kül gibi oldu.
- Şey.. affedersiniz.. aldanmışım, a.. al…dandım,
ya.. galiba.
Sema’nın içindeki ümitler birden söndü. Eyvah,
demek daha azdı öyle mi? Düşünceli ve üzüntülü
durdu.
Yahudi;
- Hatırınız için yarım milyon lira veririm.
Sema örtüyü devşirirken adam yalvarıyordu.
- Ne olur gitmeyin, bütün param bu kadar, hepsini
vereyim size
Kızcağız bitkin çarşıdan çıktı. Bir ağaçlığa doğru
gidip güneşe doğru oturdu. Şimdi ne yapmalıydı.
Muhakkak ki elindeki örtü yarım milyon liradan
kıymetliydi. Sadrazamın huzuruna çıkmaya karar
verdi.
Sarayın önüne geldiği vakit açlıktan ve heyecandan
başı dönüyordu. Kapıdaki nöbetçiye sadrazamı görmek
istediğini söyledi. Asker alaylı;
- Kız sen deli misin? Sen kim, sadrazamı görmek
kim?.. diye onunla eğlendi.
Sema kızdı. “Sen karışamazsın. Ben onu çok mühim
bir şey için görmek istiyorum.” Diye bağırdı.
Nöbetçi ile münakaşa ederken, başı açık, sırtına
beyaz ve pek bol kolları olan bir gömlek giymiş
genç bir adam yanlarına gelmişti.
Sema: “Sen eğer beni sadrazama götürmezsen halk
mahkemesinde padişaha giderim ve derim ki, vazifesini
iyi bilmeyen bir asker…”
Genç ve yakışıklı delikanlı askere;
- Kıza yol ver de sadrazamla görüşsün bakalım,
dedi.
Asker yüzünde çok ciddi bir eda, hemen kapıyı
açtı. Sema içeri girdi.
Delikanlıya;
- Çok teşekkür derim, dedi. Ve asıl giriş kapısına
adeta koştu.
Delikanlı da:
- Bu ne acele böyle, diye arkasından koşmuştu.
Sadrazamın sizi şimdi kabul etmez. Zira bahçeye
çıktı. Hava alıyor. Bir saat hiçbir şekilde rahatsız
edilmemesini emretti. Siz ona ne diyecektiniz?
Sema yorgun ve isteksiz, ters bir sesle;
- Bu sizi zannederim alâkadar etmez, dedi.
Delikanlı gülümsedi. Lafı değiştirerek;
- İsminizi sorabilir miyim? Diye sordu.
- Sema.
- Ya! Ne kadar güzel isim. Fakat siz ona büsbütün
güzellik ve âhenk katıyorsunuz.
Sema’nın canı büsbütün sıkıldı.
- Affedersiniz ama bu nevi iltifatlar hoşuma gitmez,
dedi. Hele sizin gibi hiç tanımadığım birinin
ağzından işitirsem…
- Peki canım kızmayın. Canınızı sıktığım için
çok özür dilerim. Şu kolidorun solundaki odaya
girin ve oradaki emir subayına şu yüzüğü göstererek,
sadrazamı görmek istediğinizi söyleyin. Sizi hiç
bekletmezler.
- Peki ama ben size bu kıymetli yüzüğü nasıl iade
edeceğim?
Genç adam gülümsedi:
- Merak etmeyin, dedikten sonra kızın yanından
uzaklaşıverdi.
Sema, subayla beraber sadrazamın odası önünde
durduğu vakit çok heyecanlıydı.
Subay;
- İçeri girince selâm verin ve çok hürmetkâr olmayı
unutmayın, dedi.
Nihayet kapı açıldı. Muhafızlardan biri “Sema
Hanım” diye seslendi.
Kızcağız ayaklarının ucuna basarak, gözleri önünde,
ileri yürüdü.
Sadrazam pes bir sesle;
- İstediğinizi söyleyin, diye emretti.
Sema ailesinin vaziyetini, sırmalı örtünün macerasını
anlattı. En sonunda;
- Bu örtüyü ancak sadrazamın alabileceğini sanıyorum,
dedi ve örtüyü çıkarıp yere yaydı.
Sadrazam heyecanlı bir sesle;
- Bunu ancak padişahımız alabilir. Kıymeti iki
milyon liradır. Büyük peygamberlerden birinin
kızı tarafından işlenmiştir. Mukaddes sayılan
bir örtüdür. Sana bugün parayı hazine öder, dedi.
Sema’nın hürmetkâr olacağım diye neredeyse boynu
kopacaktı. Korka korka başını kaldırıp sadrazama
baktı. Ve bakmasıyla;
- Şey.. siz sadrazam mıydınız? Diye ufak bir hayret
nidası salması bir oldu. Sadrazam gülümsüyordu.
Sema’nın özür dilemesine, kekelemesine aldırış
etmeden:
- Sema, dedi. Seni acaba babandan istesem bana
verir mi?
Kızcağız kıpkırmızı oldu.
Bir ay sonra Sema ve ailesi bütün memleketin en
itibarlı, en mesut ailesi olmuştu. İhtiyar yüzbaşı
kendine çok hürmet eden damadına başını sallayarak
bakar, sonra yavaş sesle mırıldanırdı;
- Altın sırmalı örtü.. Allahım,ne büyüksün!..
|