SİHİRLİ GÖL
Sevda, bembeyaz bulutlar arasında güvercin olmuş
uçuyordu. Aşağıda yemyeşil tarlalar, kırmızı damlı
ufacık evler görünüyordu. Birden sert bir kanat
çırpışı işitti. Sivri gagalı, yırtıcı pençeli
bir kartal kendisini kolluyordu. Zavallı Sevda
korku içinde kaçmaya başladı. Ufacık kanatlarının
gücü yettiği kadar, hızlı uçuyordu. Tepeden iniyor,
daireler çiziyordu. Fakat canavar, her an kendisine
biraz daha yaklaşmaktaydı. Böylece gitgide alçaldılar.
Sevda, perişan, tozlu bir yoldan ilerleyen küçük
bir oğlanın sepetine giriverdi. Hızını alamayan
kartal, çocuğa çarpacağı sırada, küçük, elindeki
sopayı şiddetle ona indirdi. Yaralanan kuş, selâmeti
kaçmakta buldu. Sevdacık sepetin içindeki yumuşak
bezlerin arasında hâlâ titriyordu.
Bir zaman sonra oğlan bir gölgeliğin altına oturdu.
Düşünceliydi. Gözlerinin yaşardığı görülüyordu.
Heyecanı geçen beyaz güvercin, yavaşça sepetten
çıktı. Dalgın dalgın uzaklara bakan çocuğun dizine
sıçradı. Ufacık gözlerinde şefkat ve minnetkarlık
okunuyordu. Çocuk Sevda’yı o halde görünce, dudakları
zarif bir tebessümle aralandı,
- Dinlendin mi minik güvercinim? dedi. Sakın kaçma
emi? Bak ben kimsesiz bir çocuğum. Bundan sonra
sen benim arkadaşım ol.
Sevda, söylenenleri anladığı için sevincini belli
eden sesler çıkardı.
Oğlan,
- “Ah!” dedi. “Söylediklerimi anlıyorsun galiba.
Yalnız ben senin ne dediğini anlayamıyorum.”
Bunu öyle mahzun bir tavırla söyledi ki, Sevda
insan dili ile konuşmak için dayanılmaz bir arzu
duydu. Ve Allah arzusunu yerine getiriverdi. Çünkü
Allah gönülden gelen her iyi duayı kabul eder.
Sevda;
- “Küçük, senin adın ne?” diye sordu. “Yok böyle
şaşırıp durma. Benim ne söylediğimi anlamak istedin.
Ben de konuştum işte.”
Oğlancık hayretle:
- “Aman Yarabbi konuşuyorsun! Hem de bir insan
gibi.”diye mırıldandı. Sevda,
- “Benim ismim Sevda” dedi. “Ya senin ki ne?”
Çocuk,
- İsmim mi? Bâran, diye cevap verdi.
- Senin annen, baban, kimin kimsen yok mu?
- Ah Sevda!.. Benim hikâyem çok acıklıdır. Anlatayım
da dinle.
Ben çok zengin bir ailenin çocuğu idim. Bir gece
genzimi dolduran şiddetli bir duman yüzünden uyandım.
Gözlerim yaşarıyor, boğulacak gibi oluyordum.
Yataktan fırladım. Annemim odasına doğru koştum.
Koridorda sâdık uşağımıza rastladım. Kuvvetli
kolları ile beni kucaklayıp bahçeye çıkardı. Durmadan
“anneciğim, babacığım” diye ağlıyordum. Adamcağız;
- “Ağlama küçük bey, şimdi onları da kurtarırım.”
Diye eve koştu. Alevlerin ve duvarların arasında
kayboldu. Fakat ne yazık ki onlar dışarı çıkamadan
ev büyük bir gürültüyle çöktü. Ben orada bayılıp
kalmışım.
Sonra amcam beni yanına aldı. Ama bana pek fena
muamele ediyordu. En ağır yükleri taşıtıyor, ufak
kabahatlerimi, kırbaçla döverek cezalandırıyordu.
Babamdan kalan serveti ele geçirmek için beni
öldürmek istiyormuş meğer. Bunu da hizmetçilerden
biri söylerken duydum. Nihayet evden kaçtım. Sepetin
içine bir iki kat çamaşır ve biraz yiyecek koymuştum.
Artık yenecek bir şey kalmadı. Gidecek bir yerim
de yok. Ne yapacağımı bilemiyorum. İyi ki sana
rastladım. Hiç olmazsa artık bir arkadaşım var
demektir.
Sevda üzüntü ile;
- “Zavallı Bârancık!” dedi. “Kederlenme, Allah
çok büyüktür. İyi kullarını büyük acılarla dener.
Fakat karıncasından bile vazgeçmez. Senin gibi
iyi bir çocuk elbette bir gün selâmete kavuşacaktır.”
Bundan sonra Sevda ile Bâran yola koyuldular.
Küçük güvercin oğlanı neşelendirmek için maskaralıklar
yapıyordu. Kelebekleri kovalıyor, çocuğun omuzları
üzerinde sıçrıyordu. Böylece az gittiler uz gittiler.
Akşam güneşi yavaş yavaş dağların arkasına çekildi.
Son ışıklar etrafa loş bir aydınlık saçıyordu.
Çok yorulmuşlardı. Sevda bile sepetin içindeki
yumuşak yerini aramaya başlamıştı. Bu sırada önlerine
yaşlı bir adam çıktı. Elinde tuttuğu kocaman bir
şeyi zorlukla taşıyordu. Ahlıyor, pufluyor zaman
zaman kolunun tersiyle alnındaki terleri silmeye
çalışıyordu. Bâran adamın yanına gelince haline
acıdı.
Bütün yorgunluğuna rağmen;
- “Amca!” dedi. “Müsaade edersen sana yardım edeyim.”
Adam;
- “Ooo! Küçük, sen de nereden çıktın böyle? Hakikatten
bitkinim. Al da şu halı tomarını biraz taşı bakalım.”
dedi.
Zavallı Bâran halı tomarını yüklendi. Yüklendi
ama hayatında bunun kadar ağır bir şey taşımamıştı.
Her dakika yük, kollarındaki dermanı biraz daha
tüketiyordu. Sevda da gagasıyla halının püsküllerine
yapışmıştı. Sanki onun yardımı bir şey ifade edermiş
gibi. Şimdi önlerinde yol, yokuş halini almıştı.
Bâran dişlerini sıkıyor, alnından akan terler
gözlerine doluyordu. Artık etrafını çok bulanık
seçmeye başlamıştı. Buna rağmen yine de ihtiyar
adama yardım etmekten vazgeçmiyordu. Takatinin
son haddine gelmişti ki, adam, bir elini çocuğun
omzuna koydu:
- “Benim için çok yoruldun yavrum. Senin kadar
ufacık bir çocuğun bu kadar ağır bir yükü bu kadar
zaman taşıyabilmesine şaştım. Çok iyi kalplisin.
Bunun mükâfatını yakında görürsün.” dedi.
Birdenbire Bâran’ın bütün yorgunluğu geçti. Taşıdığı
şey, kuş tüyü kadar hafifleyiverdi. Sesini çıkarmadan
ihtiyarı takibe başladı. Kalbinde derin bir hürmet
hissi uyanmıştı.
Nihayet geniş gövdeli kocaman bir ağacın dibinde
durdular. Gökyüzü pırıl pırıl bir lâciverde bürünmüştü.
Havada gizli çiçek bahçelerinin lâtif kokusu vardı.
Bu sırada Bâran; önlerindeki ağaçta tahtadan güzel
bir kapı olduğunu gördü. Hep beraber içeri girdiler.
Onları tombul, güleryüzlü bir kadın karşıladı.
Sanki doğduğundan beri oğlancığı tanırmış gibi;
- “Nasılsın Bâran, yorulmuş ve acıkmışsındır.
Sevimli güvercinine ve sana yemek hazırladım.
İçerde yatağın da serildi.” dedi.
Bâran anlamıştı. Bu nur yüzlü iki insan mutlak
melektiler. Allah kendisini imtihan etmiş ve O
da bu imtihanı kazanmıştı. Şimdi yiyecek bir lokma
ekmeği, yatacak kar gibi temiz yatağı vardı. Biraz
sonra ihtiyar adam yanına geldi ve;
- “Oğlum” dedi. “Bundan sonra sen benim evlâdım
sayılırsın. Yarın seni kimsenin yolunu bilmediği
Sırça Dağlar’ına götüreceğim. Bu dağlar cam gibi
parlak ve kaygandır. Onun için bunlara tırmanmanın
imkânı yoktur. Bu dağların orta yerinde zümrüt
gibi bir ova ve onun ortasında da sihirli bir
göl var. Bu gölün kenarında ufak bir köy kurulmuştur.
İnsanları kendi halinde yaşar. Köylerinden dışarı
çıkmamışlardır. Yalnız fakirdirler. Şimdi söylediklerimi
iyi dinle. Sana anlattığım göl sihirlidir. Güneş
doğarken suya giren kimse, güneş batıncaya kadar
kalmak şartıyla, derinlere dalsa da boğulmaz.
Gölün dibini dolduran çakıllar, kumlar altındandır.
İncilerin ise haddi hesabı yoktur. Fakat…, daha
fazla, daha fazla toplayayım diye zamanı unutanı,
güneş batar batmaz, gölün sihirli suyu boğup öldürür.
Köy sakinlerinden kim girdiyse boğuldu.
Sen iyi kalpli bir çocuksun. Yüzünde çok asîl
bir mânâ var. Eğer para hırsına kapılmazsan, ki
kapılmayacağını biliyorum, sana vereceği çuvalı
bir hazine ile doldurabilirsin. Sonra da ömrünün
sonuna kadar krallar gibi zengin bir hayat yaşarsın.
Nasıl, sihirli göle gitmek istiyor musun?” Bâran,
masal dinler gibi anlattıklarını aklında tutmuştu.
Bir eve sahip olmak, açlık çekmemek iyiydi. Hele
bir miktar paraya sahip olup, onunla insanlara
yardım edebilme imkânına kavuşmak fevkalâde idi.
Heyecanla sordu: “ Sihirli göle nasıl gidebilirim?
Sırça Dağlar’ını tırmanmak için bir usül mü var?
İhtiyar gülümsedi.
- Yarın hep beraber orada oluruz. Haydi yavrum,
yemeğini bitir de yatağına gir.
Ertesi sabah Bâran uyandığı zaman, bir müddet
nerede olduğunu hatırlayamadı. Bir köşede sepeti
duruyordu. Sevda uyanmış, gagasıyla tüylerini
parlatıyordu. Biraz sonra ihtiyar kadın, elinde
kahvaltı sepetiyle içeri girdi.
- “Uyandın mı evlâdım?” diye seslendi.
Bâran teşekkür etti. Karnı epeyi acıkmıştı. Bir
ara gözleri pencereye ilişti. Üzeri hafif bir
tülle örtülü gibi görünen göl, göz alabildiğine
uzanıyordu. Etrafı, güneşin altın ışıklarıyla
elmas gibi parlayan dağlarla çevriliydi. Sırça
Dağları!.. Çocuk heyecanla pencerenin yanına koştu:
- “Sihirli göl bu mu?” diye sordu.
İçeri giren ihtiyar;
- Evet çocuğum, sihirli göl budur, dedi. Karnını
doyurduysan dışarı çıkalım.
Beraberce dışarı çıktılar. Köy halkı geniş bir
meydanda toplanmıştı. Sevda, Bâran’ın omzundan
etrafı sessizce seyrediyordu. Yavaş bir tempoyla
davullar çalmaya başladı. Erkek ve kadınlar koro
halinde söyledikleri bir ilâhiyle, ihtiyarı selâmladılar.
O, bir eliyle merasime son verdikten sonra, Bâran’ı
göstererek, göle gireceğini anlattı. Birdenbire
derin bir sessizlik ortalığa hakim oldu. Göle
doğru yürümeye başladılar. Gittikçe yükselen güneş,
sisleri duman halinde göğe doğru yükseltiyordu.
Nihayet sahile vardılar. Çakıl taşları taş değil,
parlak sedeftiler. İhtiyar;
- “Bâran!” dedi. Şimdi göle girebilirsin. Yalnız
sakın ola ki güneşin son ışıklarının kaybolmasından
sonraya kalmayasın. Yoksa gölün sihirli suları
seni boğar.
Bâran;
- “Sevda da benimle beraber gelebilir mi?” diye
sordu. İhtiyar, bunun mümkün olduğunu haber verdi.
Elinde tuttuğu çuvalı Bâran’a uzattı. Hazine bunun
içine konacaktı.
Bâran, elinde çuval omzunda Sevda, ayaklarını
serin suya daldırdı. Köy halkı onun için ellerini
göğe kaldırmış dua ediyordu. Çocuk yavaş yavaş
ilerledi. Su yükseldi yükseldi. Birdenbire ayağının
altındaki kum kaydı. Süratle derine doğru inmeye
başladı. Sanki kırda gezintiye çıkmış gibi mesuttu.
Nefes almasında hiçbir fevkalâdelik yoktu. Etrafında
mercan balığı sürüleri geziniyordu. Yeşil, kırmızı,
sarı, mavi, rengârenk balıklar. Sonunda ayakları
yeniden kuma değdi. Hayır kuma değil hazineye
değmişti. Çünkü gölün dibi elmas, yahut ve inci
diyarı gibiydi. Yosunlar, mücevherlerden yapılmış
ulu ağaçlar halinde, hafif hafif sallanıyordu.
Bâran hazineleri çuvala doldurmayı unuttu. Çünkü
manzara harikulâde güzeldi. Yosunların, balık
sürülerinin arasında gezmeye başladı. Fark ettiği
güzellikleri hemen Sevda’ya gösteriyordu. Böylece
ne kadar zaman geçti, onlar ne kadar ilerlediler
bilmiyorum. Birden uzakta inciden yapılmış bir
saray gördüler. Bâran hayatında bu kadar güzel
bir şey görmemişti. Elinde olmadan saraya doğru
koştu. Hayranlıkla daha yakından seyretmeye koyuldu.
Aradan çok geçmeden sarayın kapıları açıldı. İçinden
bir prenses çıktı, ışıl ışıl taşlarla süslü saçları
ve etekleri suda dalgalana dalgalana aşağı indi.
Bâran’ın yanına gelince;
- “Güzel çocuk elini bana ver. Seni ağabeyim görmek
istiyor.” dedi.
Beraberce saraya girdiler. Etraflarındaki güzellikler
Bâran’a da Sevda’ya da ölümü ve toplayacakları
hazineyi unutturmuştu.
Prenses, Onlar’ı altın bir odaya götürdü. Bu odada
yeryüzünde bir eşine rastlanamayacak kadar güzel
bir prens oturuyordu. Onlar’ı görünce ayağa kalktı.
- “Hoş geldiniz kıymetli misafirlerim.” Diye karşıladı.
Kendisini ve kardeşini, sihirli gölün prens ve
prensesi olarak takdim etti.
Böylece oturdular tatlı tatlı sohbet ettiler.
Zaman süratle geçiyordu. Fakat Bâran farkında
bile değildi. Geçen her dakika, toplayabilecekleri
binlerce lira kıymetindeki hazineye maloluyordu.
İşin fenası hayatları da tehlikeye giriyordu.
Nihayet iyi kalpli gölün prensi, Onlar’a durumu
hatırlattı.
- “Biliyorsunuz, güneş batmak üzere. Fakat sizi
o kadar sevdim ki daima yanımda kalmanız isterdim.”
dedi.
Prenses atıldı;
- “Evet evet ağabeyciğim, Onlar’ı ben de çok sevdim.
Bâran, bizimle kalınız. Sizin boğulmanıza mâni
olabilirim. Ancak bir daha yeryüzüne çıkamazsınız.
Fakat ne ziyanı var değil mi? Burada mesut olmanız
için elimizden geleni yaparız.”
Bâran;
- “Çok teşekkür ederim.” dedi. “
Emin olunuz ki ben de sizleri tahmininizden çok
fazla sevdim. Fakat insanlara ne pahasına olursa
olsun yardım etmek istiyorum. Bir şeyler yapabilmek,
kendimden onlara bir şeyler verebilmek istiyorum.
Bunun için, ölümü göze alarak göle girdim. Bir
hazine toplayacak, sonra onlarla insanlara faydalı
işler yapmaya çalışacaktım. Fakat gölünüz o kadar
güzel ki bana bütün düşüncelerimi az daha unutturacaktı.
Artık gölün dibindeki çakılları toplayacak vaktim
de kalmadı. Müsaade ederseniz vedâlaşalım.”
O zaman prens tebessüm ederek ayağa kalktı.
- “Bâran!” dedi. “İyi ve faydalı düşüncelerinden
dolayı seni tebrik ederim. Elbette bunun mükâfatını
görmelisin. Para hırsından ziyade, insanlara yardım
için göle girdin. Al sırtımdaki inci pelerin senin
olsun. Dünyaya döndüğünde onu artık görmeyecek
ve hissetmeyeceksin. Fakat o, ölünceye kadar senin
çok zengin olarak yaşamanı temin edecek.
Bu kitabı da al. Bilmek, öğrenmek uğruna parayı
da ölümü de unuttun. Sana dostluk gösterenlerle
sohbeti, en kıymetli şey olarak takdir edebildin.
Bu kitap da, sen gölün üstüne çıkınca kaybolacak.
Fakat sen ömrünün sonuna kadar yeryüzünün bütün
ilimlerini bileceksin. Bunun sayesinde yaratıklara
istediğinden faydalı olacaksın.”
Sonra, Bâran’ı ve Sevda’yı öptü. Prenses de gözleri
yaşlı Onlar’ı sarayın dışına kadar uğurladı. İkisi
de çok mesuttular. Bâran ayaklarını hızla yere
vurarak yükseldi. Kıyıya vardıklarında kendilerini
son derece yorgun hissediyorlardı.
Köy halkı Onlar’ı içten gelen sevgi ile karşıladılar.
Bâran, ihtiyara doğru koşarak onun elini öpmek
istedi. Fakat ihtiyar gökyüzünü işaret etti. Gecenin
ziyneti ay, kızıl bir tepsi gibi gölün üstünde
ışıldıyor, kırmızı ışıkları sahile kadar uzanan
bir yol meydana getiriyordu. Ama, güneş de batmamıştı.
Bütün ihtişamıyla Sırça Dağlar’ını aydınlatmaya
devam ediyordu. İhtiyar konuştu;
- Artık benim elimi öpme, yavrum. Allah sen boğulmayasın
diye güneşin batmasına izin vermedi. Sen o kadar
iyi bir çocuksun ki, bunu hareketinle ispat etmiş
bulunuyorsun. Bundan sonra, sen ve o güzel, küçücük
güvercinin, dünyaya yalnız saadet getirmek için
yaşayacaksınız ve tabii herkese saadet verdikçe
de, kendinizi sonsuz bir saadet içerisinde bulacaksınız…
İkinize de, uzun ömürler dilerim yavrum. Artık
hepimiz mesut olacağız.
|